Eğitimin Topluma Katkıları Konulu Konuşma

 

Eğitimin Topluma Katkıları Konulu Konuşma


 Mustafa Kemal Atatürk’ün “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” sözü ile eğitimin bir milletin gelişmesinde ne kadar etili bir unsur olduğunu anlarız. Çünkü eğitimli olan, eğitime önem veren toplumlar gelişir ve ilerler. O toplumun fertleri de cahil kalmaz ve aydın kimseler olurlar. Toplumların gelişmesinde temel etken olan eğitim bir ülkenin ekonomik büyümesine ve kalkınmasına büyük katkı sağlar. Nitelikli iş gücü, üretkenliği ve yeniliği teşvik eder.

 

Sevgili öğretmenim,

 Eğitimli olanların sayısı arttıkça işsizlik oranları da düşmeye başlar. Eğitim sayesinde toplumdaki sosyal ve ekonomik eşitsizlikler azalmaya başlar. Eğitimli bireyler her anlamda kendilerini geliştirirler, kendilerine olan güvenleri artar. Eğitimli insanlar sağlığına da dikkat ederler. Sağlıklı yaşam tarzları ve koruyucu sağlık önlemleri konusunda daha bilinçli olurlar. Eğitimli bir toplum hoşgörülü bir toplum olur, ön yargılarından sıyrılır ve herkesi olduğu gibi kabul eder. Böylece ötekileştirme olmaz. Bu da toplum arasındaki birlik, beraberlik ve dayanışmayı güçlendirir. Eğitimli bireyler haklarının ne olduğunu bilir  ve demokratik süreçlere aktif katılımı teşvik eder. Eğitim toplumdaki insanların eleştirel düşünme becerisine katkı sağlar. Eğitimli bireylerin toplumsal sorunlara karşı daha duyarlı olmasını sağlar. Eğitim sayesinde toplum kültürüne ve diline sahip çıkar, gelenek ve göreneklerine sahip çıkar, milli benliğine sahip çıkar.

 

Eğitimli olan bireyler daha üretken olur. Eğitim sayesinde toplumdaki suç oranları da azalmaya başlar. Bilimsel araştırmalara ve teknolojik gelişmelere ön ayak olur. Toplum içindeki çatışmalar azalır, toplumsa refah artar. Anlatacaklarım bunlardır. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

Eskici Dinleme Metni

  

Eskici Dinleme Metni, Soruları ve Cevapları


 Vapur rıhtımdan kalkıp ta Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden, ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

— Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalman kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla de güvertede  yolcuları epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul'daki gibi:
— Hasan gel!
— Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
— Taal hun ya Hassen…
Diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
— Ruh ya Hassen...
Derlerse uzaklaşıyordu.



Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pürnakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:


— Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs...
— Ya habibî! Ya aynî!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle, haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığım duyuyordu, gene susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.



Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.



Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.
— Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
— Türk çocuğu musun be?
— İstanbul'dan geldim!
— Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
— Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık ta kendisi sordu:
— Sen niye buradasın?
— Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra «Ha! Ya? Öyle mi?» gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:



— Gidiyor musun?
— Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi, gök, pırıl pırıl akıyor.
— Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
— Ağlama diyorum sana! Ağlama!..
Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti, önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

Lo Kitabının Özeti

 

Lo Kitabının Özeti


En son okuduğum kitap Şermin Yaşar’ın Lo adlı kitabıdır. Kitapta Yüksel adındaki çocuğun içindeki okuma arzusu, okul hayali, okula olan özlemi  Şermin Yaşar'ın dilinden harika bir şekilde anlatılmıştır. Kazanan Lo olur elbette.

Annesi ve abası mevsimlik tarım işçisi olan Lo adında bir çocuk vardır. Daha doğrusu adı Yüksel olan bu çocuğa tarlanın çavuşu Lo diye seslendiği için adı Lo olarak kalır. Lo adındaki çocuk çadırda dünyaya gelmiştir. Yaşam şartları çok zor ve ağırdır. Bir evleri yoktur. Bir okulu yoktur. Bunun için Lo çok üzülür. Okula gitmeyi çok ister ama ne ailesi, ne de çavuş onun okula gitme isteğini bir türlü anlamaz. Lo okula gitmeden okumayı ve yazmayı öğrenir. Okula gitmek istediğini belirten birçok şey yapar ve ne yazık ki onu anlayan olmaz. Dutla kıyafetine okula gitmek istiyorum yazar ve yağmur o yazıyı siler. Taşlarla yere yazar ama kimse anlamaz. Çavuş mevsimlik işçilere  sürekli çalışın, daha fazla çalışın, ne kadar çalışırsanız o kadar kâr der sürekli. Lo ise ona kendini anlatmaya çalışır ama çavuş  Lo’yu hiç dinlemez, ona değer vermez. Lo bu duruma çok üzülür. Çavuş’un bir de oğlu vardır. Onun tableti vardır. Çocuk tabletle ilgilenmekten insanlarla ilişki kurmaz. Lo bu durumda arkadaşsız da kalır. Bir gün çavuş elinde okul kıyafetleri ve okul eşyaları ile oğlunun yanına gelir ve okula gideceğini söyler. Bunu gören Lo keşke onları bana verse der ve içten içe çok üzülür.

 

Daha sonra Lo çavuşa ağaçtaki meyveleri senin oğlun toplasın ve der bunun üzerine Çavuşun oğlu ağaçtan düşer ve vücudunda kırıklar oluşur okula gidemez. Bu durumda çavuş elindeki okul eşyalarını Lo'ya verir ve sen okula git der. Daha sonra Lo en büyük arzusu olan okula gitmeyi başarır. İçinde biraz vicdan azabı olsa da çavuşun çocuğu ile daha sonra çok iyi arkadaş olurlar. En sonunda ise çavuşun oğlu da iyileşir. İki çocuk büyüdükleri zaman mevsimlik işçilerin çocuklarına kitap dağıtırlar ve kitap bu şekilde sona erer. Kazanan okuma aşkı olur, kazanan Lo olur, kazanan eğitim olur. 

Eğer Doktor Olsaydım Konulu Konuşma

 

Eğer Doktor Olsaydım Konulu Konuşma

 

Her çocuğun gelecek ile ilgili hayalleri vardır. Bu hayallerin gerçek olması için de kişinin çalışması, zamanın kıymetini bilmesi, planlı ve programlı olması gerekir. Benim gelecek ile ilgili hayalim iyi bir doktor olmaktır.


Sevgili öğretmenim, değerli arkadaşlarım


Eğer doktor olsaydım öncelikle her hastama güler yüzlü davranırdım ve onlara karşı kaba davranışlarda bulunmazdım. İşini iyi yapan bir doktor olurdum. İnsanların yaşamına dokunma, onları tedavi etmek ve onların mutlu olmasını görmek beni mutlu ederdi. Kimi zaman da onların çektiği ağrıları, hissettiği olumsuz duyguları anladığımda ben de onlar için üzülürdüm. Hastalarımı muayene eder ve onların şikayetlerini sabırla dinlerdim. Onlar için gerekli teşhisi koyar ve gerekli tedaviyi planlardım Hastalarımın sağlığına kavuşmaları için elimden gelen her türlü araştırmaları yapardım. Daha iyi bir doktor olmak için alanımda kendimi daha çok geliştirir ve en iyisi olmaya çalışırdım

 

Sevgili öğretmenim,

Toplum sağlığını korumak için çeşitli programlara katılır, salgın hastalıklar ile mücadele ederdim. Tıp alanında yeni gelişmeleri takip ederdim. Hasta mahremiyetine saygılı olurdum. Eve çok yorgun gelirdim, uykusuz gecelerim olurdu ve ama hastalarıma faydalı olduğumu düşündüğüm zaman vicdanen rahat ve olurdum ve mutlu olurdum. İnsanların hayatlarını etkileme gücüne sahip olmak, onlara güven vermek, onların sevgisini ve saygısını kazanmak beni oldukça mutlu ederdi. Anlatacaklarım bunlardır. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

Yılanı Öldürseler Kitabının Özeti

 

Yılanı Öldürseler Kitabının Özeti

 

Kitapta geçen ana kahraman Hasan, Hasan’ın güzeller güzeli annesinin acı dolu yaşam öyküsünü anlatan güzel bir Yaşar Kemal  eseridir.


Bir çocuğun akrabaları ve yaşadığı çevre tarafından annesini öldürmeye zorlanmasının acı hikayesidir bu kitap. Esme köyün en güzel kızıdır. Ona bakan bir daha bakar. Çünkü dünyalar kadar güzel bir kızdır Esme. Köydeki herkes de ona aşıktır. Ona bakınca insanlar büyülenirmiş. Esme çok güzel olduğu için çok kıskananı da vardı. Çukurovalı Halil de ona aşıktı. Halil bir gün yanına adamlarını da alır ve Esme’yi kaçırır ve ona zorla sahip olur. Esme o günden sonra kimseyle fazla konuşmaz ve içine kapanır. Çünkü Esme’nin sevdiği Halil değil Abbas’tır. Abbas ile Esme birbirine sevdalıdır ama artık olan olmuştur. Esme Hasan'dan hamile kalır ve ondan bir oğlu olur. O çocuğun adı da Hasan’dır. 


Hasan, Halil ve Esme bir gün yemek yerken Halil vurulur ve öldürülür. Halil’i vurduranın Abbas olduğunu söylenip Esme’ye kayınları tarafından dayak atılır. Hasan annesine karşı babaannesi tarafından, amcaları ve köylüler tarafından doldurulur. Babanın kanı yerde lafı söylenmeye başlandı sürekli. Bütün köy Hasan’a düşman olur. Annesini öldürmesi için onu her türlü kışkırtırlar. Çocuklara kadınları öldürten cahil köylülerdir bunlar. Bir gün köyde bir söylenti çıkar. Halil mezarından hortlamıştır ve Esme öldürülmediği için mezarında  yılanlar, çıyanlar onu rahatsız ediyordur diye türlü türlü saçmalıklar ortaya atılır.


 Bu söylentiler arttıkça herkes Hasan'ın üstüne daha çok gitmeye başlar. Baban rahat yatmıyor mezarında, kanı yerde kaldığı için hortluyor denilir. Hasan artık dokuz yaşına geldiğinde kendini kaybeder. Bir annesi tandırda ekmek pişirirken Hasan annesini vurur ve annesi orada ölür ve ocağın başındaki saç kokusu her yeri alır. Yıllar geçer Hasan evlenir, eşi de güzeldir ve amcaları tarafından çok sayıda tarla verilir, motor verilir, malı mülkü çok olur. Kitap bu şekilde sona erer.

Cumhuriyet’in Kadınlara Tanıdığı Haklar ve Atatürk’ün Kadınlara Verdiği Önem İle İlgili Konuşma

 

Cumhuriyet’in Kadınlara Tanıdığı Haklar ve Atatürk’ün Kadınlara Verdiği Önem İle İlgili Konuşma


Mustafa Kemal Atatürk kadınlara çok değer vermiş ve kadınların omuz üstünde taşınması gerektiğini dile getirmiştir. Kadınlarımız Kurtuluş Savaşı yıllarında erkeğinin yanında olmuş, yeri gelmiş savaşmış, yeri elmiş askerlere yemek yapmış, çorap örmüş ve daha neler neler… Cumhuriyetle birlikte kadınlara çeşitli haklar verilmiştir.  Türk Medeni Kanunu ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı.


 

Sevgili öğretmenim, değerli arkadaşlarım,

Kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. Doğum izni düzenlendi. Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu. Köy Kanununda  değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi. Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi. Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklayan 1935 tarihli 45 sayılı ILO  (Uluslararası Çalışma Örgütü) sözleşmesi kabul edildi ve kadınlara verilen önem  daha da çok artmaya başladı. Mustafa Kemal Atatürk kadınlar ile ilgili şu sözü söylemiştir: “Çok büyük şükranla görüyoruz ve görmekteyiz ki, hiç bir yerde kadınlarımız erkeklerden aşağı değildir. Hemen her yerde kadın ve erkek seviyesi arasında bir eşitlik görmekteyim. Bu durum övgüye değerdir.” 


"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?” diyerek kadınların bir milletin ilerlemesinde ve gelişmesinde ne kadar değerli kimseler olduğunu dile getirmiştir. Anlatacaklarım bunlardır. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.