Servet-i Funun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Servet-i Funun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Halit Ziya Uşaklıgil

Halit Ziya 1868’de İstanbul’da doğdu.

-Fatih Askeri Rüştiyesinde okuduktan sonra ailesiyle birlikte İzmir’e taşındı.

-Halk hikayeleri ve masalları dinleyerek geçen bir çocukluk ona edebiyat sevgisi aşıladı.

-İzmir Rüştiyesinden sonra gittiği Fransız okulu Halit Ziya’nın edebi kültürünün gelişmesinde etkili oldu.

-Tevfik Nevzad ile Nevruz, Ahenk, Hizmet gazetelerini çıkardı.

-Asıl yazı hayatı Hizmet gazetesindeki çalışmaları il başladı.

-1896’da döndüğü İstanbul’da Recaizade Mahmut Erkem’in önerisiyle Servet-i fünun hareketine katıldı.

    -Servet-i fünun şairlerinden Cenab Şahabettin ve Süleyman Nazif;Hamid Mehmet Akif ve Sami Paşazade Sezai ile bir arada. Çerçeve içindeki resimler Halit Ziya, Fikret ve Hüseyin Cahit’indir.

Edebi alanda asıl şöhretini Servet-i fünun’da yayınlanan Mai ve Siyah Aşk-ı memnu romanları ile yaptı.

-1901’de Servet-i fünun topluluğunun dağıtması ile yazı hayatına yedi yıl kadar ara verdi.

-II. Meşrutiyetin ilanından sonra yazı hayatına tekrar döndü.

-Darülfünunda batı edebiyatı dersleri verdi. Hükümet tarafından yurtdışı görevlerine gönderildi.

-27 Mart 1945’de, 1905’den beri oturduğu yeşilköy’deki köşkünde vefat etti.

EDEBİ HAYATI

-Halit Ziya Uşaklıgil, bizde roman sanatı üzerinde ciddi bir şekilde düşünen ve düşündüklerini eserlerinde bilinçli bir şekilde uygulayan ilk büyük roman yazarımızdır.
-Roman sanatı hakkındaki görüşlerini HİKAYE isimli kitabında açıklar. Bu kitapta romantizmi ve realizmi karşılaştırarak realizmi, romantizme üstün tuttuğunu bildirir.Ona göre romantik eserde her şey yazarın tasarrufundadır. Olayları istediği gibi düzenler, kişileri istediği gibi davrandırır, olağan üstülükler, akıl ve mantık dışı ani gelişmeler, kahramanın sosyo kültürel yapısına uymayan davranış biçimleri vardır. Ancak realist eserde her şey bunun tam tersidir. Bu yüzden eserlerini yazarken realist esaslara uyar.

-Halit Ziya’nın ilk romanları sırasıyla SEFİLE, NEMİDE, BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ ve FERDİ VE ŞÜREKASI’ dır.Bu romanların dışında kalan MAİ ve SİYAH, AŞK-I MEMNU, KIRIK HAYATLAR isimli romanları ise olgunluk dönemi romanlarıdır. Sanatının zirvesine bu romanıyla çıkar.

 -Halit Ziya’ nın hayatındaki en parlak dönem Servet-i fünun devridir. En güzel eserlerini bu dönemde verir.

-Mai ve Siyah, Servet-i fünun’ un beyannamesi niteliğinde bir eserdir. Eserde Servet-i fünun  dönemi yazarlarının karamsarlıkları ve hayal  hakikat çatışması  gözler önüne serilir. Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i pasifliği, ütopik yanı, hayal perestliği ve hayatın  gerçekleri karşısındaki acizliği ile bir neslin temsilcisidir. Halit Ziya romantik bir mizaca sahip olan kahramanını yalnız aşk karşısında değil, çeşitli olayların karşısında da dener ve hepsinden de yenilmiş ve hayal kırıklıkları ile dolu çıkarır. Ahmet Cemil’in problemi zihnindeki dünya ile hayatın uyuşmasıdır. Yani mai ve siyah farkıdır.

-Aşk-ı Memnu ise Türk Edebiyatının en büyük eserlerinden biridir. Eser iki ayrı hikayeden oluşur. Bunlar annesine benzemekten çok korkan fakat buna rağmen ona çok benzeyen Bihter’in trajik sonu ile kaybettiği mutluluğu romanın sonunda yeniden yakalayan Nihal’in yalnızlığının anlatılmasıdır. Bu iki kişiden hangisinin merkez kişi olduğu belirsizdir.

 -Halit Ziya Aşk-ı Memnu romanı ile Modern romanın en önemli özelliğini, iç çatışmayı yani bireyin kendi kendisi ile olan kavgasını edebiyatımızda ilk kez kullanır.

-Onun romanlarında kıyafet ve mekan tasvirleri, kahramanların davranışlarını idare eden sosyal ve psikolojik etkenler uzun uzun anlatılır.

-Halit Ziya’nın romanlarında en açık özellik olarak dil ve üsluptan bahsedilir. Çünkü onun dili demek Servet-i fünun nesrinin dili demektir. Bu dil yabancı kelime ve tamlamalarla süslü, ağır bir dildir. Üslubu ise Türk romanında ilk defa Namık Kemal ile başlayan sanatkarane üslubu en başarılısıdır.

 -Romanları ve hikayeleri çok sağlam bir yapıya sahiptir. Daha yazmaya başlamadan romanını ayrıntıları ile zihninde oluşturur ve nasıl biteceğini bilir. Bunu Fransız Realist ve Naturalistlerin etkisinde kalmasıyla açıklayabiliriz. Romanlarında çıkarılacak herhangi bir kısım, bölüm, paragraf bulunmaz.

-Romanlarında konuları daha çok aydın çevreden seçer.

-Halit Ziya’nın romanlarında ilk dönem Osmanlı romanlarındaki ahlakçı ve toplumsal konular yoktur. Zaten devrin siyasi şartları böyle  konuların işlenmelerine müsait değildir. Bu nedenle Servet-i fünun romanı içine kapanık, karamsar, kişisel trajedileri işleyen bir roman haline gelir.

 -Romanları daha çok ev içi ya da salon romanlarıdır. Yani dar mekanları kullanır. Zaten psikolojik tahlil ağırlıklı, insanlar arasındaki duygu ve düşünce farklılıklarına dayanan roman vakalarının geniş mekanlara ihtiyacı yoktur.

-Romanlarında maddi imkan - maddi imkansızlık ve
iç – dış veya ev – sokak çatışması vardır.

-Yazar eski Türk ailelerinde ki otoriter baba modelinin yerine idealize edilmiş bir baba vardır. Sefile romanı hariç romanlarında kendisini kızına adayan babalar vardır.

-Halit Ziya edebiyatımızın hikaye türünde de batılı anlamda öncüdür. Hikayenin bir tür olarak yerleşmesinde, tutunmasında, benimsenmesinde en çok emeği geçen yazarımızdır.

 -Hikayelerinin çoğunun konusu anılarına ve kendi yaşamına dayanır.

-Hikayelerinin başlıca konuları şunlardır: Sevgi, kıskançlık, karı-koca geçimsizliği, mutsuzluk, hastalık, yoksulluk, geçim sıkıntısı, çocuk sevgisi, yurt özlemi, ulusal duygu, savaşların olumsuz etkileri, ruhsal bunalımlar.

-İstanbul hayatı kadar İzmir hayatını da Türk hikayesinde aksettirmeyi başarır.

 -Hikayelerinde en çok mutsuzluk sorunu üzerine durur. O yaşamın çekilmez bir yük olduğuna inandığı için hikayeleri bir mutsuzluk tablosu gibidir.

-Hikayelerinin kahramanlarını; yalnız salonlardan değil halk içinden, mahalle içinden, çeşitli Türk aileleri içinden, küçük memur hayatından, sokaktan ve köyden seçmiş, milli ve mahalli hikayeciliğimiz adına önemli adımlar atmıştır.

-Bitirilmemiş izlenimi uyandıran tek hikayesi yoktur.

-Hikayelerindeki dili ve üslubu, romanlarına nispetle daha sade, tabi ve oldukça canlıdır.

 -Roman ve hikayeleri her zaman yapı bakımından çok sağlamdır. Bu bakımdan edebiyatımızdaki ilk mükemmel hikaye ve romanlardır.

-Hayatının son dönemlerinde eserlerinin dilini sadeleştirerek yayınlamaya başlar. Bu onun dil konusundaki görüşlerinde değişikliklerin olduğunu gösterir.

-Halit Ziya mensur şiir alanında da eser vermiştir. Bu şiirleri MENSUR ŞİİRLER ve MEZARDAN SESLER adlı kitaplarında bir araya  toplar. Bu şiirlerde daha çok hayattan nefret duygusunu yansıtır.

 -Hayatının son dönemlerinde yazdığı üç tane hatıra kitabı vardır. Kırk Yıl’da kırk yaşına kadarki hatıralarını, Saray ve Ötesi’nde mabeyn katipliği zamanındaki hatıralarını, Bir Acı Hikaye’de ise intihar eden oğlu Halil Vedad için çektiği acıları anlatır.

-Kenarda Kalmış ve Sanata Dair adlı kitaplarında değişik yerlerde yayınlanmış makalelerini bir araya getirir.

-Halit Ziya yazı hayatına değişik fenni yazılar çevirerek başlar. Bu fenni yazılar dışında edebiyat tarihi kitaplarıda vardır.

-Halit Ziya ayrıca Tiyatro da  yazmıştır. Bunlar; Fürüzan, Fare, Kabus’dur. Tiyatrolarına genel bir açıdan bakıldığında bütün tiyatrolarında ele alınan konular ve konuların işleniş tarzı bakımından romanlarına benzer.

Alıntıdır.............

Mensur Şiir Örnekleri

“Güneşin doğuşundan önce çıkmak, batışından sonra girmek; çalışmak, çabalamak, iler tutar yeri kalmamak. Ne için? Bir lokma ekmek için…

Soğuklarda üşümek, yağmurlarda ıslanmak, topraklarda yatmak, donmak. Ne için? Başkalarının dinlenmesini sağlamak için…

Yer altlarında hayat geçirmek, zehirli havayı solumak,  rutubette ömür sürmek,  güneş görmemek, insanken bir yılan gibi yaşamak, verem olmak, ölmek... Ne için? Ölmemek için…”

(H.Ziya Uşaklıgil, Mensur Şiirler’den)

‘’ Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzımızda zehir, gözlerimizde ateş var; tatsız bir içki sersemliği içindeyiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzde ufuklardan yok olma havası esiyor. Söyle, gençliğini ne yaptın? Söyle gençliğimi ne yaptım?’’

(Y. Kadri Karaosmanoğlu, Erenlerin Bağından)
Aşağıdaki parçayı, (1) âhenk, (2) cümle kuruluşlarının gramer kâidelerine uygunluğu, (3) noktalama işaretleri bakımından karşılaştırınız. Bulduğunuz özelliklere dayanarak bu metinlerin ifade şekillerinden hangisi ile yazıldığını anlamaya çalışınız:

Örnek I.
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.
(F. Nafiz Çamlıbel, Çoban Çeşmesi’nden)

Örnek: II.
Yazın, yarı açık pencere önünde bırakılmış toprak testi suyunu sever misiniz? Ben, hem bu suyu, hem de testinin kendisini severim. Hafif bir toprak kokusu suya ne kadar yaraşır ve testi suyunun soğukluğu ne hesaplı, ne ölçülü, ne derece okşayıcıdır... Frijiderde hapsedilmiş suda bir bilenmemişlik vardır; fazla kullanılmış bir tıraş makinesi bıçağı gibi gırtlağımızı dalayarak, derimizi aşındırarak geçer; geçer değil, perdahlar. İçtikten sonra, imkân olsa yakıcılığını gidermek için krem süreceğim veya pudra gezdireceğim gelir.
(R.Halid KARAY, Kırk Paraya Kırk Yumurta’dan)
Aşağıdaki parçalarda nazma ait ne gibi özellikler buluyorsunuz?

Örnek: I.                            
                      Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’arım;
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.
(Mehmet Akif ERSOY, Safahât’tan)

Örnek: II.    
Olmuş insana taassup bir onulmaz illet,
Hüsn-i tedbîrin ile kurtulur andan millet
(Şinâsi)
Örnek: III.
Hazân

Âhir ne bu cüşiş, ne bu eyyâm kalır;
Hatırda ne canan, ne serencâm kalır;
Son faslımızın şam-i garibanında,
Gül devrini hatırlatacak câm kalır.
(Y. Kemal Beyatlı)
Örnek: IV.                                                                              
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl!
Olsun artık sana dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

                                                 (Mehmet Akif ERSOY, İstiklâl Marşı’ndan)

Aşağıdaki mensur parçayı, kendi kendinize yüksek sesle okuyunuz. Bunda, manzum bir yazıda da rastlanılan hangi özelliklerin bulunduğunu kavramaya çalışınız:

Renkleri, gözleri, güzelliği ve bütün edasıyla akşam bir öyle musikidir ki biz onu duyar duymaz bir üslubun lüzumunu takdir ederiz. Biz ki daima seraplara gönül veririz, bu müphem ihtişam, bu harikulade seraplar bizim zevkimizdir, bunları severiz. Ruh ki içimizde gizli bir bukalemundur, bu değişen renklerle beraber koyulaşır, bu dolgun nazarlarla beraber olgunlaşır, bu güzellikle beraber derinleşir ve bu edalarla beraber incelir ve biz de gizlice ve sessizce akşamın ahengine uyarak edamızı ağırlaştırır, adımlarımızı yavaşlatırız, hareketlerimizi seyrekleştiririz.
Renkler değişince mahallerin ve mahallelerin yüzleri, sözleri, gözleri değişir. Haşin ve adi bir yer, munis ve mahrem bir yer olur; mazinizi bilmediğine şüphe etmediğiniz bir yer... Shakespeare’in bunamış ba’zı eşhası gibi, birden bire kimsenin ve sizin bile aklınıza gelmeyecek eski bir sır söyler. O zaman ilk defa görülmüş bu yer, eskiden görülmüş ve sevilmiş yerlere döner.
Hemen her şey silinir ve hemen her şey susar. Akşamın uçuk, silik renkleri içinden bir mazi buhusu, bir mazi kokusu sızar. Mazinin buhurdanı tüter, bülbülleri öter. Onlardan bize bir romantizm sirayet eder. Bu hal maziye benzer, mazinin lezzeti o kadar canlı ve hatırımızda... ve hal atiye benzer, hülyamız o kadar canlı ve yanımızdadır. Güya yeniden bahara erişmiş gibi içimizdeki hülya suları çoğalmaya başlar. Mazinin hayatı ve baharı, bir kısa zaman için, ruhumuzda yeniden coşar. İçimizde mırıldandığını, söylendiğini duyduğumuz sesler, muhakkak, geçmiş ve bizi hazırlamış emirlerden bize miras kalan seslerdir ki bunların uğultusuna gönlümüzde daimi bir aks-i sada vardır.
                                          (Abdülhak Şinasi Hisar, Akşam Saatleri’nden)

Aşağıdaki metni vezinli, kafiyeli, ifadesinin san’atlı olup olmadığını, işlenilen konuya da dikkat ederek okuyunuz; bulacağınız özelliklere dayanarak bunun nazım mı , nesir mi, mensur şiir mi sayılabileceği üzerinde kesin karara varınız:


NEREDESİN BOYACI?

Bir abide açılıyordu. Üzerini örten perde kıvrım kıvrım sıyrıldı. Güzel sanat eseri, hayran gözlerimiz önünde yükseldi.
Küçükken babamın anlattığı bir hikâyeyi hatırlayıverdim: Bahar zamanı imiş... Dağıstan’da bir yolcu, köyden köye giderken, o bir dağ eteğine varmış. Bakmış kırmızı, mor, pembe, beyaz çiçekler bu tepenin yamacını kaplamış.
Hafif rüzgârlar ile dalga dalga köpüren bu ışık, ışık tufanı, yolcuyu bir yıldırım gibi bir anda çarpmış, neler olmuş o anda, kim bilir neler olmuş; başlamış bağırmaya: ”Neredesin boyacı, boyacı, sen nerdesin?”
Renkleri öpen bu ses, vadileri dolaşmış; köy köy duyulmuş bu ses; şehir şehir çınlamış: ”Neredesin boyacı, boyacı, sen nerdesin?”
Bu zavallı meczubu çocuklar taşlamışlar, büyükler kovalamış... O, istifini bozmaz, gözü meçhul bir ufkun çizgisine dikilmiş, mütemadiyen arar, sorar, arar dururmuş...
Karanlık gecelerin korkunç hayaletleri bu suali dinlemiş, tipilerin feryadı, şimşek şakırtıları bu sesi boğamamış...
Kış demez, bahar demez, gece gündüz dolaşır; zavallı neyi arar?
Kim bilir neler olmuş, neler olmuş o anda?  Belki ufuklar boyu uzayıp giden bu perde kıvrım kıvrım sıyrılmış... Bilmem ki neler olmuş!
Babamın tatlı sesi hala kulağımdadır:
“Neredesin boyacı, boyacı, sen nerdesin?”

(Prof. Ali Nihad Tarlan)
Yrd.Doc.Dr Mehrali Calp

Mensur Şiir


Mensûr Şiir: Mensur şiir duygu, düşünce ve hayalleri şiirde görüldüğü incelikte anlatan, ancak ölçüye ve uyağa bağlanmayan bir düzyazı türüdür. Türk edebiyatında mensur şiire ‘’mensure’’ adı da verilmiştir. Bu tür yazılarda iç ahenge şiirde olduğu gibi önem verildiği için cümleler çokluk dilbilgisi kurallarına bağlı kalmaz.

Mensûr şiirler şekil bakımından, nazımda olduğu gibi alt alta sıralanan mısralardan meydana gelmiş, dolayısıyla herhangi bir nazım şekli ile yazılmış veya serbest nazımda görüldüğü gibi düzenlenmiş değildir; nesirde olduğu gibi, çoğu gramer kurallarına uygun, yan yana birbiri ardından meydana gelen cümleler şeklinde düzenlenilir.
Bu ifadedeki mensûr sıfatı, nesre ait bu özelliklerden dolayı yer almıştır. Öte yandan, bu türlü nesirler şiirde görülen özellikleri de içine alır. Bir şiir gibi ahenklidir; cümle ve ibarelerin yer yer vezinli olduğunu hissederiz; ahenk sağlamaya yarayan alliteration, assonance yanında, kafiye(seci’)lere de rastlarız. İşlenilen tema, şiir için elverişli konulardır; bunlar, şiir de olduğu gibi, çoğu, muhtelif, edebî san’atlar kullanılarak ifade edilir. Şiiri hatırlatan bir başka yönü, az cümleden ibaret, kısa oluşlarıdır; bu, şiirde olduğu gibi, fikir ve duyguların en ince, en derin noktalarına erişmiş olma, şiir dediğimiz o ilahî ışığın sıcaklık ve aydınlığını ruhlarımıza yansıtıp sindirme maksadından ileri gelen bir özelliktir. İşte bu sebeple, hem nesrin, hem şiirin kendine has taraflarını içine alan bu türlü eserler için mensur şiir tabiri kullanılmaktadır. Bu özelikleri gözden uzak tutmayarak mensur şiir ile ahenkli nesrin karıştırılmaması lazım geldiğini de söyleyelim.
Mensur şiir türü 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da doğmuş; bu terim ilk kez Baudelaire’in ‘’Küçük Mensur Şiirler’’ (1860) adlı eserinde kullanılmıştır. Mensûr şiir, sanıldığı, hatta kökleşmiş bir fikir halini aldığı gibi, hayatımızın ilk örneklerini Garp Edebiyatı tesiriyle, önce H.Ziya UŞAKLIGİL tarafından vermiş değildir. Divan edebiyatımızda da, aynı özelliği gösteren nesirler vardır; örnek olarak XV. Asırda Sinan Paşa’nın Tazarrunâmesinde yer yer rastladığımız mensur şiirleri de alabiliriz. Ancak, edebiyatımızda mensur şiirin gelişip yaygınlaşmasında, Halit Ziya’nın mühim etkisinin bulunduğu da inkâr edilemez. Mensur şiir türü, edebiyatımıza Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘’Mensur Şiirler’’ adlı eseriyle girmiş; Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat dönemlerinde bu alanda birçok eser verilmiştir.

Edebiyatımızda bu türün örneklerinin, Servet-i Fünun devrinden başlayarak yaygınlaştığı görülmüştür. Şimdilik, mensur şiirin kimler tarafından örneklerini verdiğini, bunların nerelerde bulunabileceğini kısaca bildirmekle yetineceğiz: Türk edebiyatında mensur şiir türünde eser veren önemli sanatçılar ve eserleri şunlardır:

v    Halit Ziya Uşaklıgil: Mensur Şiirler (1889) Mezardan Sesler (İzmir, 1307).
v    Recaizade Ekrem: Tefekkür (İstanbul,1303); Pejmürde (İstanbul, 1311); Şemsa (İstanbul, 1313), Nejat Ekrem (İstanbul, 1326),
v    Mehmet Rauf, Siyah İnciler (1901/1317,1341)
v    Celal Sahir: Siyah Kitap (İstanbul, 1328),
v    Süleyman Nazif: Firak-ı Irak (İstanbul, 1918).
v    Ahmet Haşim: Bize Göre ve Gurabahane-i Laklakan (İstanbul,1928); Frankfurt Seyahatnamesi (İstanbul, 1933; her üçü birlikte bsm, İstanbul 1969),
v    A.Hikmet Müftüoğlu: Çağlayanlar (İstanbul, 1338; yeni harflerle muhtelif basımları vardır; mesela, İstanbul, 1956,1971).
v    Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Erenlerin Bağından (1922), Okun Ucundan (1940)
v    Ruşen Eşref Ünaydın, Damla Damla (1929)
v    Ali Nihad Tarlan: Güneş Yaprak (İstanbul, 1952).

Bu kitaplardan bazıları, baştan sona mensur şiirleri içine alır; buna örnek olarak, Damla Damla’yı gösterebiliriz; birçoğunda ise, yer yer mensur şiirlere rastlarız. Bu türlü yazıların çoğu mecmua sayfalarında dağınık halde kalmıştır; Ömer Seyfettin’in günümüze kadar üzerinde çalışılmayan, gazete ve mecmua sütunlarında kalmış mensur şiirlerinin bir kitap meydana getirecek kadar çok olduğunu da söyleyelim.

Servet-iFunun Edebiyatı (Edebiyat- Cedide)

Türk edebiyatının yenileşme sürecindeki en büyük aşamalarından birisi hiç kuşkusuz Servet-i funun dönemidir. Bu dönem temelleri 1860 lardan itibaren başlayan doğu-batı tezatı sonucunda teyfik fikretin serveti funun dergisini çıkarıp yüzünü batıya dönmesi ile hareket kazanılarak servet-i funun edebiyatının temelleri atılır.

Edebiyat-ı Cedide'nin  Genel Özellikleri:


1) Her yazarın artık; bir kimliği, uzmanlığı vardır. (Halit Ziya-Roman Yazarı, Teyfik Fikret Şair)

2) Serveti Funun'da alanlar belirlenmiştir (roman, hikaye , şiir, tiyatro)

3) Aruzu ahengin temini adına çok iyi kullanırlar

4) Ahengin temini için tam ve zengin uyak sıklıkla kullanılır

5) Klasik formların dışına çıkılı (müstezat-serbest müstezat)

6) Uslubu oluştururken titiz davranılır

7) Soyut kavramlarla oluşturulur, terkipler tamlamalar vardır

8) İnsanın dramatiği ile birşiir akımı oluşturulur(acı, vatan,aşk

9) Şiirler fikir empoze etmek amacıyla yazılmaz

10) Tiyatro konusunda hassas değiller

11) Eleştiride başarılıdırlar.

12) Hikayeyi daha öncekilere nazarla daha edebi yazmışlardır( küçük roman)

13) Orta halli insanlar anlatılır

14) En iyi bildikleri mekan kuşkuusz ki İstanbul'dur

15) Çok titizdirler (eserdeki kahramanların adını oluştururken bile çok titizlerdir.)

16)Halit Ziya'nın romanları hep önde gelen romanlardır.

17) Eserlerinde olaylar iç içe girdiğini görürüz

18) Artistlik nesir denilen bir uslup görünür.(üslupta titizlik)

19) Realizmin yansımaları görülmektedir.

20) Şiirin muhtevası ile şekli arasında uyum vardır.

21. Değişik konu  ve temalr özellikle şiire girmeye başladı.

22) Fransız yazarlarının etkisinde kalarak sadeleşme ile başladıkları yolda ağır bir dil oluşrurarak kendileri ile tezata düştüler.

23). Realizm ve natüralizm etkisi altında kalındı.

Akıma Bağlı Sanatçılar


Teyfik Fikret

Halit Ziya Uşaklıgil

Hüseyin Cahit Yalcın

Mehmet Rauf

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

 

Serveti Funun edebiyatı Hüseyin Cahit Yalçının  P.Lacambe adlı Fransız yazardan Türkçeye çevirdiği Edebiyat ve Hukuk adlı makale nedeni ile serveti funun dergisinin kapılmasıyla akım da son buldu.

galiphatip