Mensur Şiir Örnekleri

“Güneşin doğuşundan önce çıkmak, batışından sonra girmek; çalışmak, çabalamak, iler tutar yeri kalmamak. Ne için? Bir lokma ekmek için…

Soğuklarda üşümek, yağmurlarda ıslanmak, topraklarda yatmak, donmak. Ne için? Başkalarının dinlenmesini sağlamak için…

Yer altlarında hayat geçirmek, zehirli havayı solumak,  rutubette ömür sürmek,  güneş görmemek, insanken bir yılan gibi yaşamak, verem olmak, ölmek... Ne için? Ölmemek için…”

(H.Ziya Uşaklıgil, Mensur Şiirler’den)

‘’ Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzımızda zehir, gözlerimizde ateş var; tatsız bir içki sersemliği içindeyiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzde ufuklardan yok olma havası esiyor. Söyle, gençliğini ne yaptın? Söyle gençliğimi ne yaptım?’’

(Y. Kadri Karaosmanoğlu, Erenlerin Bağından)
Aşağıdaki parçayı, (1) âhenk, (2) cümle kuruluşlarının gramer kâidelerine uygunluğu, (3) noktalama işaretleri bakımından karşılaştırınız. Bulduğunuz özelliklere dayanarak bu metinlerin ifade şekillerinden hangisi ile yazıldığını anlamaya çalışınız:

Örnek I.
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.
(F. Nafiz Çamlıbel, Çoban Çeşmesi’nden)

Örnek: II.
Yazın, yarı açık pencere önünde bırakılmış toprak testi suyunu sever misiniz? Ben, hem bu suyu, hem de testinin kendisini severim. Hafif bir toprak kokusu suya ne kadar yaraşır ve testi suyunun soğukluğu ne hesaplı, ne ölçülü, ne derece okşayıcıdır... Frijiderde hapsedilmiş suda bir bilenmemişlik vardır; fazla kullanılmış bir tıraş makinesi bıçağı gibi gırtlağımızı dalayarak, derimizi aşındırarak geçer; geçer değil, perdahlar. İçtikten sonra, imkân olsa yakıcılığını gidermek için krem süreceğim veya pudra gezdireceğim gelir.
(R.Halid KARAY, Kırk Paraya Kırk Yumurta’dan)
Aşağıdaki parçalarda nazma ait ne gibi özellikler buluyorsunuz?

Örnek: I.                            
                      Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’arım;
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.
(Mehmet Akif ERSOY, Safahât’tan)

Örnek: II.    
Olmuş insana taassup bir onulmaz illet,
Hüsn-i tedbîrin ile kurtulur andan millet
(Şinâsi)
Örnek: III.
Hazân

Âhir ne bu cüşiş, ne bu eyyâm kalır;
Hatırda ne canan, ne serencâm kalır;
Son faslımızın şam-i garibanında,
Gül devrini hatırlatacak câm kalır.
(Y. Kemal Beyatlı)
Örnek: IV.                                                                              
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl!
Olsun artık sana dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

                                                 (Mehmet Akif ERSOY, İstiklâl Marşı’ndan)

Aşağıdaki mensur parçayı, kendi kendinize yüksek sesle okuyunuz. Bunda, manzum bir yazıda da rastlanılan hangi özelliklerin bulunduğunu kavramaya çalışınız:

Renkleri, gözleri, güzelliği ve bütün edasıyla akşam bir öyle musikidir ki biz onu duyar duymaz bir üslubun lüzumunu takdir ederiz. Biz ki daima seraplara gönül veririz, bu müphem ihtişam, bu harikulade seraplar bizim zevkimizdir, bunları severiz. Ruh ki içimizde gizli bir bukalemundur, bu değişen renklerle beraber koyulaşır, bu dolgun nazarlarla beraber olgunlaşır, bu güzellikle beraber derinleşir ve bu edalarla beraber incelir ve biz de gizlice ve sessizce akşamın ahengine uyarak edamızı ağırlaştırır, adımlarımızı yavaşlatırız, hareketlerimizi seyrekleştiririz.
Renkler değişince mahallerin ve mahallelerin yüzleri, sözleri, gözleri değişir. Haşin ve adi bir yer, munis ve mahrem bir yer olur; mazinizi bilmediğine şüphe etmediğiniz bir yer... Shakespeare’in bunamış ba’zı eşhası gibi, birden bire kimsenin ve sizin bile aklınıza gelmeyecek eski bir sır söyler. O zaman ilk defa görülmüş bu yer, eskiden görülmüş ve sevilmiş yerlere döner.
Hemen her şey silinir ve hemen her şey susar. Akşamın uçuk, silik renkleri içinden bir mazi buhusu, bir mazi kokusu sızar. Mazinin buhurdanı tüter, bülbülleri öter. Onlardan bize bir romantizm sirayet eder. Bu hal maziye benzer, mazinin lezzeti o kadar canlı ve hatırımızda... ve hal atiye benzer, hülyamız o kadar canlı ve yanımızdadır. Güya yeniden bahara erişmiş gibi içimizdeki hülya suları çoğalmaya başlar. Mazinin hayatı ve baharı, bir kısa zaman için, ruhumuzda yeniden coşar. İçimizde mırıldandığını, söylendiğini duyduğumuz sesler, muhakkak, geçmiş ve bizi hazırlamış emirlerden bize miras kalan seslerdir ki bunların uğultusuna gönlümüzde daimi bir aks-i sada vardır.
                                          (Abdülhak Şinasi Hisar, Akşam Saatleri’nden)

Aşağıdaki metni vezinli, kafiyeli, ifadesinin san’atlı olup olmadığını, işlenilen konuya da dikkat ederek okuyunuz; bulacağınız özelliklere dayanarak bunun nazım mı , nesir mi, mensur şiir mi sayılabileceği üzerinde kesin karara varınız:


NEREDESİN BOYACI?

Bir abide açılıyordu. Üzerini örten perde kıvrım kıvrım sıyrıldı. Güzel sanat eseri, hayran gözlerimiz önünde yükseldi.
Küçükken babamın anlattığı bir hikâyeyi hatırlayıverdim: Bahar zamanı imiş... Dağıstan’da bir yolcu, köyden köye giderken, o bir dağ eteğine varmış. Bakmış kırmızı, mor, pembe, beyaz çiçekler bu tepenin yamacını kaplamış.
Hafif rüzgârlar ile dalga dalga köpüren bu ışık, ışık tufanı, yolcuyu bir yıldırım gibi bir anda çarpmış, neler olmuş o anda, kim bilir neler olmuş; başlamış bağırmaya: ”Neredesin boyacı, boyacı, sen nerdesin?”
Renkleri öpen bu ses, vadileri dolaşmış; köy köy duyulmuş bu ses; şehir şehir çınlamış: ”Neredesin boyacı, boyacı, sen nerdesin?”
Bu zavallı meczubu çocuklar taşlamışlar, büyükler kovalamış... O, istifini bozmaz, gözü meçhul bir ufkun çizgisine dikilmiş, mütemadiyen arar, sorar, arar dururmuş...
Karanlık gecelerin korkunç hayaletleri bu suali dinlemiş, tipilerin feryadı, şimşek şakırtıları bu sesi boğamamış...
Kış demez, bahar demez, gece gündüz dolaşır; zavallı neyi arar?
Kim bilir neler olmuş, neler olmuş o anda?  Belki ufuklar boyu uzayıp giden bu perde kıvrım kıvrım sıyrılmış... Bilmem ki neler olmuş!
Babamın tatlı sesi hala kulağımdadır:
“Neredesin boyacı, boyacı, sen nerdesin?”

(Prof. Ali Nihad Tarlan)
Yrd.Doc.Dr Mehrali Calp

0 Comments:

Yorum Gönder

Deneme