Berna Moran'ın Edebiyat Kuramları ve Eleştiri Kitabından Sezgisel Hakikat

Sezgicilerle başlayalım. Bunlara göre sanat, sezgi ile kavranan bir hakikati açıklar. Bilindiği gibi bazı felsefecilere göre, hakikate varmanın yolu yalnız duyular ve akıl değildir. Empirist ve rasyonalistlerden farklı olarak bazı düşünürler, hakikati sezgi ile kavramının mümkün olduğunu söylerler. Bu, doğrudan doğruya kazanılan, kavramsal olmayan (nonconceptual), kesin bir inanç doğuran, yanılmaz bir bilgidir. Örnek olarak mistiklerin bilgisini gösterebiliriz. Sezgisel bilgi yolunun geçerli olup olmayacağını tartışmak felsefecilere düşer. Ama bir noktaya işaret etmemiz gerek. Modern felsefe akımlarında “Doğrulanabilme” ilkesine verilen önem malum. Sezgicilerin bilgi kuramlarında ise doğrunun nesnel ölçütü olmadığına göre, doğru sezgilerle yanlış sezgileri nasıl ayıracağız? Hepimizin sezgisi aynı olmadığına göre doğru olan hangisi? Kavramsal anlatışa uygun olmayan bir bilgi hakkında bu sorunun cevabını vermek güç. Ya “Yanlış sezgi ile doğru sezgiyi ayırt edemeyiz” dememiz lazım, ya da “Sezdiğini sanan her insan gerçekten de sezmiş değildir”.  Bilgi teorisi alanında sezgiciliği bir yana bırakırda edebiyata dönersek nedir durum?

On dokuzuncu yüzyılda bilimin başarıdan başarıya koşması sonucu hakikate varmanın tek yolu bilim yöntemi olarak belirince, bir kısım edebiyatçılar edebiyatı kurtarabilmek için hakikatle ilişkisini kesmişlerdi. Ama bazıları da, edebiyatı bir zevk verme aracı olarak anlamanın, onun öneminin kaybettireceği korkusu ile sanatın görevini daha ciddi ve sağlam bir alanda aramak gerektiğine inandılar. Gel gelelim edebiyatı artık bilime rakip bir bilgi kolu saymakta zordu. Ne yapılabilirdi öyleyse? Yapılan şu oldu: Sanat (Edebiyat) bize hakikati bildirir ama bilimin açıkladığı hakikat değildir bu. Sanat sezgisel bilgi kazandırır. Doğruyu söylemek gerekirse bu büsbütün yeni bir iddia sayılmaz. Platon’un İon diyalogun da şairin ilham yolu ile, aklı aşan bir bilgiye vardığından söz edilir. Plotinos’a göre, sanatçı, bu dünyaya yansımış olan güzelliğin kaynağına uzanan formlar dünyasını sezgi ile kavrayabilen bir adamdır. Ancak, bu sanat görüşü, on dokuzuncu yüzyılda Schelling ve Schopenhauer gibi Alman düşünürlerinin elinde işlenmiş ve bir kuram haline sokulmuştur. Demek oluyor ki şair, bilim adamlarının yaptığı gibi akıl ve deney yolu ile değil, ama imgelem ile, aklın sınırlı bilgisini aşan daha yüksek bir bilgiye erişir. Aşkın gerçekliği (Ultimate Reality), yada varlığın özünü doğrudan doğruya sezgi ile kavramak herkese vergi değildir; çünkü bizim gündelik hayatta ki algılarımız ve aklımızla bilişimiz bu çeşitten bir gerçekliliği kavramakta yetersizdir. Şair ise, akıldan üstün bir bilgi melekesi olan imgelemi ile, görünen varlığın altında yatan öze kadar sızabilir. Bilim hakikate açılan tek kapı olduğunu iddia ede dursun, sezgicilere göre asıl önemli gerçekliğe ulaşabilecek adam bilgin değil sanatçıdır.

Diyelim ki sanatçı imgelemi ile son gerçekliğe ulaştı, varlığın özüne kadar inebildi? Nasıl aktaracak bu bilgisini başkalarına? Sezgi ile kavranan hakikat de önermelerle anlatılabilir. Eğer şair bunu yaparsa, şiir, dil bakımından bilimden ayrılmış olmaz, ancak şairin şiiri yazmadan önce hakikate varmak için kullandığı yol başka olmuş olur. Arada ki fark bilgi psikolojisi bakımından bir farktır, dil bakımından her ikisi de önermelerden meydana gelmiştir. Çünkü sezdiği hakikati önermesel biçiminde açıklamaktan başka bir şey yapmamıştır ki şair. Mistik yaşantısında kazandığı bilgiden başkalarını haberdar etmek isteyen bir adam durumundadır.

Hemen ekleyelim ki sezgicilerin söylemek istediği bundan farklı bir şey. Sanatçı sezgisel bilgisini bize önermesel biçimde anlatmaz, bunu aynen sezdirir. Yani okurun eser karşısında ki yaşantısı şairin eriştiği hakikati kavratan bir yaşantıdır. Sanat eserinde önermeye indirgenemeyen bir şey vardır; Böyle bir eser, bütünü ile ele alındığı zaman hakikati sezdiren bir simge sayılabilir. Başka şekilde söylersek, okurun eser karşısındaki estetik yaşantısı bilgisel bir yaşantıdır; çünkü sözcüklerin yerleştirilmesinde, bir biri ile ilintisinde, eserin simgesel ve katmerli anlamlığında, başka bir şekilde dile getirilemeyecek, kavramsal dille söylenemeyecek çeşitten bir hakikati ifade olanağı vardır.

Estetik yaşantının gerçekten bilgisel olup olmadığı konusunda uyuşmak zor. Bir çokları sanat eseri karşısında duyduğu yaşantının kendisine bilgi kazandırdığı kanısındadır. Bazı estetikçilerde sanatın böylece sezgisel hakikati verdiği iddia etmektedirler. Şimdi, bu doğrudan doğruya elde edilen bilgiye, kavramın gerçek anlamı ile bilgi diyebilir miyiz? Bu noktada tartışma başlıyor. Çünkü bazı filozoflara sorarsanız, bir şeyi yaşamak onu bilmek değildir. Bir şeyi bilmek onun hakkında bir şey bilmektir. Bir yaprağa baktığım zaman belirli bir yeşil rengini görür, onu fark eder, onunla adeta tanışırım. Bu tanışma (acquaintance) sadece bir farkında olma, bir görmedir. “Bu yeşildir.” sözünde ise artık tanışma sınırını aşma vardır. Gördüğüm renge bu adı vermek için, daha önce bana yeşil diye öğretilen renkle aynı olduğunu fark etmem gerek .Bundan ötürü bazılarınca estetik yaşantının bilgisel olduğunu söylemek, “Bilgi” terimini yanlış bir anlamda  kullanmak ve gereksiz bir karışıklığa yol açmaktır.
 alıntıdır..........

0 Comments:

Yorum Gönder

Deneme