Saman Altından Su yürütmek
Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı
varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür
olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için
kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak
bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal
yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve
samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca
mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün
tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına
baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar
yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!”
Atı Alan Üsküdar’ı Geçti
Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız
yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış.
Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki!
Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti”
Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti”
İnsanoğlu Kuş Misali
Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da
bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun
en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine
iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe
soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp
pencereyi kapatmaya mecali yok.
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”
Hakkında Hayırlısı Böyleymiş
Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi
–birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
“şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
“şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”
Bize de mi lo lo!
“Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize
yapma ” manasında.
Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”
Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”
Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”
Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”
Pabucu Dama Atılmak
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat,
ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden
çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir
ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle
durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten
haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i
alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna
bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece
pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu
dama atılmış oluyordu.
Ağzından Baklayı Çıkarmak
Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine
yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede
almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek
için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
- Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
- Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
- Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
- İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
- Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı..
için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
- Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
- Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
- Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
- İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
- Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı..
Ağzına Tükürmek
Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde,
-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı
gördüm. Mübarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.
Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle
söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair
yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:
- Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin
yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan,
tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!..
Ateş Pahası
Bir gün Kanuni Sultan Süleyman mütevazı sayıda bir maiyetle
Istranca Ormanları'na doğru avlanmaya çıkmıştı ki, kendisini gören bir adam
"Uğurlar olsun Sultanım!" diyerek yarenlikte bulundu. Fakat avcılık
töresince bu söylem kişiye uğursuzluk getirirdi. Söylenmesi gerekense "rastgele"
cümlesiydi. Padişah ve maiyeti bu uğursuzluğu kırmak için yedi adım geriye
gittikten sonra yollarına devam ettiler. Tam ormana varılmış bir yavru ceylanın
ardınca koşturulmaya başlanmıştı ki gök gürledi ve bulutlar sağanaklar halinde
yükünü boşaltmaya koyuldu. Herkes ne yapacağını bilmez bir halde, civarda
kandili parlayan bir kulübeye koşup sığındılar. Islaktılar. Üşümüşlerdi.
Konuksever kulübeci, onca insanı bir başına ısıtmak için yakacak neyi var neyi
yoksa yaktı.
Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam: "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi.
Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam: "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi.
Mürekkep Yalamak
Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında
"mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların
elyazması kitapları ve hattatları, yahut müstensihlerin yadigarıdır.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
Kazan Kaldırmak
İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir.
Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir.
Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir.
Püf Noktası
Ahi Evran zamanında ( Usta - Çırak müessesesi de diyebiliriz) ,
çırak ustasından onay ( icazet ) alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını
açabilir. Orta Anadolu' da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen
eski çıraklarına " sen oldun " der ve el verir, uğurlar. Böylece eski
çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi
ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister.
Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin
olmadığını sorar;
- " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.
- " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.
AKLA KARAYI SEÇMEK
(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.
İPE UN SERMEK
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç
koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.
Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.
Pabucu Dama Atılmak
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat,
ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden
çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir
ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle
durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten
haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i
alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna
bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece
pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu
dama atılmış oluyordu.
DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden
Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan
Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının
bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün
altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o
yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene
tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı
kışın bulgursuz kalmışlar.
AVUCUNU YALA
"Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın" anlamında
kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine
kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan
ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz
hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış
uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak
bir şeyi yoktur.
ÇAM DEVİRMEK, POT KIRMAK
Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme
anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz
on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir
bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için,
gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif
ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da
bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı"ndaki konağında
oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir
vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir,
tahta ve kalas yaptır demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam
tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip
devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.
ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ
Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı
muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün
aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik
bir geçidin adıdır. Bağdat gibi(güzel) şehir Ane gibi de (sarpama
manzaralı)yar(uçurum) olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk'ü
için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap
Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun
altının çizilmesi gibi.
Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat
çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu
yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır.Belki
biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın dört yüzde
birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram
diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler
için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için
bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram
karşılığıdır.
Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam
iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki
dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş
olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.
GÜME GİTMEK
Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken
"Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun
yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar
arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir
vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında
"Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş.
DEVLET KUŞU KONMAK
Bir rivayete göre, vaktiyle İran"da hükümdarlar öldüğü zaman,
bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan,
adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye
hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa"dan önce İran"da yaşayan Medler
ve Persler, gerek İsa"dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip
bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir
seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği
yerlere, şans eseri gelenler için, "başına devlet kuşu kondu"
denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir
sözdür.
ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK
Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir
deyimdir. 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris"te bir resim
sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun
önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini
belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına
gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında
hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve
boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten
daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine
tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de
hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!
KOZUNU PAYLAŞMAK
Koz ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında
ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı.Ceviz toplama mevsimi gelince bir
gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri
paylaşırlardı.Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga
çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa
tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir
ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa
geldi." derdi.
FOYASI MEYDANA ÇIKMAK
Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının
üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA
adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası
çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin
yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme
yapılır.
KARAMANIN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU
Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir.
Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.
Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.
Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek: "Bu can
burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz
veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının
altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti"
demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı
mesel halk arasında yayılmıştır.
Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “(Henüz olmadı ama)
eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye
kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca,
namaz için onları biraraya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve
sesi güzel olduğu için Habşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti.
Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı
tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya,
çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine
Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı biilahare
müezzinler ellerini kulaklarına tıkamyı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi
gördüler ve ezanı öyle okudular.
Eskiden birisi yakındakine,
- Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
- Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
- Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
İŞİ İNADA BİNDİRMEK
iş inada bindinin öyküsü..
adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış .
bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş.
o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş.
teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.
bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna ,
evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.
bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş.
o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş.
teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.
bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna ,
evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.
BORU DEĞİL BU
Bu boru değil?
Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi.
Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci,
sınıfa dalar.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.
Kıdemli öğerencide
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.
Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.
O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında
konuşmaya başlamadan önce,
-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış
-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış
Yanlış hesap, Bağdattan döner.
İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri
kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil
edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.
Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu
parayı işletirim. diye düşünür.
Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar
inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan
kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.
Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için
inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.
-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua
okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.
Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.
Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
Mürekkep yalamak
Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.
Asayiş Berkemal
Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.
Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:
‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’
Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.
‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’
Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.>
Aklım kesiyor.
Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.
Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:
‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’
Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.
‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’
Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.>
Aklım kesiyor.
Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.
Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.
Balık kavağa çıkınca
Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
-Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.
Bu işin altında bir Çapanoğlu var.
Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır.
1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.
Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.
Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur.
Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek
kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.
Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,
‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der.
Soruşturma aynen kapatılır.
Ateş Pahası
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar.
“Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu.
Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar.
Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı.
Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti.
Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi.
Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi:
“Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu:
“Söyle bakalım borcumuz ne kadar?”
Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi:
“Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi.
"Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha.
"Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi.
Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi.
TABAKHANEYE YETİŞTİRMEK
Çok değil, otuz - kırk yıl öncesine kadar tabakhaneler, yani zavallı hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek boku için yanar tutuşurlarmış.
Çünkü bir tek taze köpek boku içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş.
“Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın”, denirmiş “tabak”lara (“debağ”lara), yani deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına.
Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek bokundaki enzimlere ihtiyaç duyulduğundan tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek boku toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze bokla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Tabak gezer, dolap süzer; taze aşkına tabakhanelerde yaygın olarak köpek beslenirmiş.
Derken yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş – “tabakhaneye yetiştirmek” de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde kelimesi geçtiğinden - günümüze kadar gelebilmiş.
BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRMEK
Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla
kullandığımız bu deyimdeki fitil (fetil) kelimesinin eskiden kullanılan 4
anlamı vardır:
1. Lamba fitili
2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
3. Yaraya konulan pamuk
4. Örgü
2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
3. Yaraya konulan pamuk
4. Örgü
Bu anlamların hemen hiç biri yukarıdaki deyime tam uygun
gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı biraz eski işkence tarzlarını
hatırlatıyor(yer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun
burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya
Çelebi yazar ve dolayısıyla bir beddua elverişli görünüyorsa da deyimde geçen
fitil kelimesi bir ağırlık ölçü birimi olarak bambaşka bir anlam taşır.
Dirhemin dörtte birine denk, dengin dörtte birine kırat, kıratın dörtte birine
fitil denir. Bu durumda fitil dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir
damla kan ağırlığında olmalıdır ki hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua
gereği zalimin burnundan damla damla (fitil fitil) gelebilsin.
Alıntıdır ....
Saman Altından Su yürütmek
Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı
varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür
olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için
kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak
bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal
yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve
samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca
mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün
tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına
baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar
yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!”
Atı Alan Üsküdar’ı Geçti
Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız
yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde
bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki!
Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti”
Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti”
İnsanoğlu Kuş Misali
Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da
bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun
en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine
iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe
soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp
pencereyi kapatmaya mecali yok.
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”
Hakkında Hayırlısı Böyleymiş
Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi
–birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
“şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
“şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”
Bize de mi lo lo!
“Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize
yapma ” manasında.
Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”
Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”
Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”
Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”
Pabucu Dama Atılmak
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat,
ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden
çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir
ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle
durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten
haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i
alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna
bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece
pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu
dama atılmış oluyordu.
Ağzından Baklayı Çıkarmak
Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine
yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede
almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek
için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
- Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
- Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
- Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
- İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
- Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı..
için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
- Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
- Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
- Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
- İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
- Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı..
Ağzına Tükürmek
Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde,
-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır
aleyhisselamı gördüm. Mübarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma
tühledi.
Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle
söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair
yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:
- Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin
yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan,
tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!..
Ateş Pahası
Bir gün Kanuni Sultan Süleyman mütevazı sayıda bir maiyetle
Istranca Ormanları'na doğru avlanmaya çıkmıştı ki, kendisini gören bir adam
"Uğurlar olsun Sultanım!" diyerek yarenlikte bulundu. Fakat avcılık
töresince bu söylem kişiye uğursuzluk getirirdi. Söylenmesi gerekense
"rastgele" cümlesiydi. Padişah ve maiyeti bu uğursuzluğu kırmak için
yedi adım geriye gittikten sonra yollarına devam ettiler. Tam ormana varılmış
bir yavru ceylanın ardınca koşturulmaya başlanmıştı ki gök gürledi ve bulutlar
sağanaklar halinde yükünü boşaltmaya koyuldu. Herkes ne yapacağını bilmez bir
halde, civarda kandili parlayan bir kulübeye koşup sığındılar. Islaktılar.
Üşümüşlerdi. Konuksever kulübeci, onca insanı bir başına ısıtmak için yakacak
neyi var neyi yoksa yaktı.
Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam: "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi.
Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam: "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi.
Mürekkep Yalamak
Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında
"mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların
elyazması kitapları ve hattatları, yahut müstensihlerin yadigarıdır.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
Kazan Kaldırmak
İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir.
Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir.
Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir.
Püf Noktası
Ahi Evran zamanında ( Usta - Çırak müessesesi de diyebiliriz) ,
çırak ustasından onay ( icazet ) alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını
açabilir. Orta Anadolu' da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen
eski çıraklarına " sen oldun " der ve el verir, uğurlar. Böylece eski
çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi
ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister.
Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını
sorar;
- " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.
- " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.
AKLA KARAYI SEÇMEK
(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.
İPE UN SERMEK
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç
koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.
Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.
Pabucu Dama Atılmak
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat,
ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden
çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir
ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle
durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten
haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i
alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna
bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece
pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu
dama atılmış oluyordu.
DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden
Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan
Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının
bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün
altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o
yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene
tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı
kışın bulgursuz kalmışlar.
AVUCUNU YALA
"Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın" anlamında
kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine
kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan
ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz
hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış
uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak
bir şeyi yoktur.
ÇAM DEVİRMEK, POT KIRMAK
Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme
anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz
on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir
bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için,
gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif
ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da
bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı"ndaki konağında
oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir
vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir,
tahta ve kalas yaptır demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam
tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip
devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.
ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ
Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı
muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün
aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik
bir geçidin adıdır. Bağdat gibi(güzel) şehir Ane gibi de (sarpama
manzaralı)yar(uçurum) olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk'ü
için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap
Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun
altının çizilmesi gibi.
Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat
çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu
yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden
kalmadır.Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın
dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu
sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade
hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha
hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir
ki toplam 5 santigram karşılığıdır.
Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam
iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki
dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş
olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.
GÜME GİTMEK
Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken
"Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun
yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar
arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir
vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında
"Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş.
DEVLET KUŞU KONMAK
Bir rivayete göre, vaktiyle İran"da hükümdarlar öldüğü zaman,
bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan,
adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye
hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa"dan önce İran"da yaşayan Medler
ve Persler, gerek İsa"dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip
bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir
seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği
yerlere, şans eseri gelenler için, "başına devlet kuşu kondu"
denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.
ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK
Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir
deyimdir. 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris"te bir resim
sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun
önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini
belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına
gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında
hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve
boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten
daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine
tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de
hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!
KOZUNU PAYLAŞMAK
Koz ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında
ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı.Ceviz toplama mevsimi gelince bir
gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri
paylaşırlardı.Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga
çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa
tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir
ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa
geldi." derdi.
FOYASI MEYDANA ÇIKMAK
Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının
üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA
adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası
çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin
yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme
yapılır.
KARAMANIN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU
Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir.
Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.
Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.
Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek: "Bu can
burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz
veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının
altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti"
demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı
mesel halk arasında yayılmıştır.
Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “(Henüz olmadı ama)
eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye
kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca,
namaz için onları biraraya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve
sesi güzel olduğu için Habşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti.
Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı
tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya,
çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine
Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı biilahare
müezzinler ellerini kulaklarına tıkamyı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi
gördüler ve ezanı öyle okudular.
Eskiden birisi yakındakine,
- Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
- Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
- Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
İŞİ İNADA BİNDİRMEK
iş inada bindinin öyküsü..
adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış .
bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş.
o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş.
teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.
bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna ,
evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.
bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş.
o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş.
teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.
bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna ,
evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.
BORU DEĞİL BU
Bu boru değil?
Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi.
Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci,
sınıfa dalar.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.
Kıdemli öğerencide
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.
Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.
O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında
konuşmaya başlamadan önce,
-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış
-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış
Yanlış hesap, Bağdattan döner.
İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri
kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil
edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.
Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu
parayı işletirim. diye düşünür.
Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar
inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan
kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.
Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için
inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.
-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua
okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.
Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.
Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
Mürekkep yalamak
Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.
Asayiş Berkemal
Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.
Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:
‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’
Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.
‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’
Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.>
Aklım kesiyor.
Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.
Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:
‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’
Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.
‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’
Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.>
Aklım kesiyor.
Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.
Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.
Balık kavağa çıkınca
Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
-Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.
Bu işin altında bir Çapanoğlu var.
Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır.
1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.
Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.
Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur.
Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek
kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.
Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,
‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der.
Soruşturma aynen kapatılır.
Ateş Pahası
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar.
“Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu.
Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar.
Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı.
Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti.
Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi.
Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi:
“Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu:
“Söyle bakalım borcumuz ne kadar?”
Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi:
“Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi.
"Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha.
"Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi.
Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi.
TABAKHANEYE YETİŞTİRMEK
Çok değil, otuz - kırk yıl öncesine kadar tabakhaneler, yani zavallı hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek boku için yanar tutuşurlarmış.
Çünkü bir tek taze köpek boku içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş.
“Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın”, denirmiş “tabak”lara (“debağ”lara), yani deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına.
Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek bokundaki enzimlere ihtiyaç duyulduğundan tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek boku toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze bokla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Tabak gezer, dolap süzer; taze aşkına tabakhanelerde yaygın olarak köpek beslenirmiş.
Derken yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş – “tabakhaneye yetiştirmek” de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde kelimesi geçtiğinden - günümüze kadar gelebilmiş.
BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRMEK
Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla
kullandığımız bu deyimdeki fitil (fetil) kelimesinin eskiden kullanılan 4
anlamı vardır:
1. Lamba fitili
2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
3. Yaraya konulan pamuk
4. Örgü
2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
3. Yaraya konulan pamuk
4. Örgü
Bu anlamların hemen hiç biri yukarıdaki deyime tam uygun
gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı biraz eski işkence tarzlarını
hatırlatıyor(yer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun
burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya
Çelebi yazar ve dolayısıyla bir beddua elverişli görünüyorsa da deyimde geçen
fitil kelimesi bir ağırlık ölçü birimi olarak bambaşka bir anlam taşır.
Dirhemin dörtte birine denk, dengin dörtte birine kırat, kıratın dörtte birine
fitil denir. Bu durumda fitil dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir
damla kan ağırlığında olmalıdır ki hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua
gereği zalimin burnundan damla damla (fitil fitil) gelebilsin.
Alıntıdır ....
0 Comments:
Yorum Gönder
Deneme