SERVETİ FÜNUN NESRİ(örneklerle)

Servet-i Fünuncular halktan uzaklaşmış, halkın konuşma dilini kullanmamışlardır. Elit kesimin anlayabileceği Arapça, Farsça hatta Fransızca kelimeler kullanmışlardır. Dilleri süslü, ağdalı, şatafatlı bir dildir. Sadece yüksek zümre kesimine hitap etmişlerdir. Bu akım, Türkçe cümle yapısında değişiklikler yapmış Fransız cümle yapısını Türkçeye uygulamaya çalışmışlardır. Kendi anlayışlarına göre Arapça, Farsça ve Fransızca kelimeler yanında yeni kemleler uydurmuşlar. Mesela “Türk Askeri” başlıklı parçada geçen kelimeler anlaşılmamaktadır. Kelimelerin anlamlarını sözlük yardımıyla anlayabilmekteyiz. Kullanılan dildeki terimler ağdalı ve anlaşılmamaktadır. Servet-i Fünunculardan bazı yazarlar eserlerinde sadeleşme hareketine yönelmişlerdir.  

Servet-i Fünuncular Tanzimatçıların “halka doğru” ilkesi ile dilde “sadeleşme” akımını bıraktılar. Bu çabaların yerine Divan edebiyatı sanatçıları gibi seçkinlere hitap etmeyi ön plana aldılar. Sadeleşme yerine, tamamen eski tutuma yöneldiler. Arapça ve Farsça kelimelerle yeni yeni kelimeler uydurdular. Türkçenin imkânlarından yararlanma yönüne gitmedikleri için uydurdukları kelimeler o güne kadar hiç duyulmamış kelimelerdi [*]. Ayrıca Arapça ve Farsça kelimelerin en duyulmamış olanlarını kullanmaktan da çekinmediler. Özellikle Fars dili kurallarına uygun olarak yapılmış bulunan bileşik sıfatları da çok kullandılar [**].
Zincirleme isim ve sıfat takımları ile süslü ve ağır bir nesir üslûbu meydana getirdiler.
Fransız sentaksının etkisinde kaldıkları için Türkçe sözdiziminde önemli değişiklikler yaptılar. Fransız cümle yapısını aşağı yukarı bütünüyle Türkçeye uygulama yolunu tutular.
Servet-i Fünuncular, “yazı dili”ni “konuşma dili”ne yaklaştırma düşüncesine de karşı çıktılar. Onlar, konuşulan dil ile edebî eser yazılamayacağı düşüncesini savunuyorlardı.

Servet-i Fünuncular özellikle [Halit Ziya Uşaklıgil, 1866–1945] sıra cümleler, bol fiilimsilerle yüklü uzun bileşik cümleler kullanmayı; âhenksizliği ortadan kaldırmak için cümlelerin yüklemlerinde “kip” çeşitliliği yapmayı nesirlerinin özelliği haline getirdiler [***].

Halktan uzaklaşma ilkeleri sürekli olamadı. Zaman, Servetifünuncuların yanlış yolda yürüdüklerini gösterdi. Halit Ziya Uşaklıgil, ölmeden evvel büyük romanlarından birkaçını sadeleştirmek zorunda kalmıştır [ª].
Örnekler:

I. Türk Askeri

Ara sıra kendi kendime sorarım: “Türk askerine bütün asakir-i âlem (dünya askerleri) fevkinde (üstünde) bir kıymet temin eden nedir?” Bu suale karşı aldığım cevapları telhisen (özetleyerek) diyeceğim ki zira Türk askerinde bir nisbet-i harikulâdeye peyveste olmuş (ulaşmış) faziletler vardır.

İzah edeyim:

Evvelâ istikâr-ı menafi (menfaatları küçük görme)… Şu haki üniforması içinde ağırlığını omuzlamış, pişkin çehreli, bigâne-i nümayiş (gösterişten uzak) ve lâkayd-i iştihar (ün yapmağa ilgisiz) neferin sayd-ı menfaatiniz? Bir Türk, silâhaltında bulundukça, fikr-i istifadeye o kadar yabancı (menfaat avlamak) arzusiyle hiçbir alâkası olmadığına yemin etmez misiniz?

Kalır ki ruhu hiss-i intifadan (faydalanma duygusundan) muarradır (doyulmuştur) , denebilir. Bu hususta neferlerimizin samimiyeti inanılmayacak bir dereceye çıkıyor; inanılmayacak, diyorum; zira insanlar bermutad (alışıldığı, her vakit olduğu üzere) hodkâm (bencil) oldukları için menafi-i zatiyesinin (kişisel çıkarını) bir kaide-i umumiye (genel kural) uğrunda bilkülliye (tamamen) unutacak kadar gayrendişliğe (özgeciliğe) güçlükle inanır; Hatem Tai’ye (cömertliği ile meşhur bir Arap kabile başkanı ve masal kahramanı) müteallik rivayat-ı sehaya (cömertlik rivayetlerine) masal mahiyeti vermemiş miyiz?
Her hal ve hareketi bize kanaat veriyor ki Türk neferi elimdeki tüfeği zabitin emri üzere istimalden hiç, hiç bir kâr, hatta şan ve şeref bile beklemiyor; bir çay menbaından çıkıp munsabına (döküldüğü yere) geldiği gibi bir Türk neferi ocağı başından kalkar, silâhı başına gelir; su nasıl akıyorsa nefer de vazifesini öğle tabiî, öğle vakur ve öğle bîkayd-ı menfaat (menfaatle ilgisi olmaksızın) eda eder (yapar) .
Meşhur bir İngiliz generali dermiş ki: “Askerlerimizi daha rozbif (kızartılmış dana eti) midelerinde iken harbe sevk etmelidir!” Bizim aziz nefercikler ise aç mı, tok mudurlar, en nafiz nazar (etkili bakış) hiç bir zaman keşfedemez; daima aynı metanet, aynı vakar ve aynı istihkar-ı menafi (menfaatleri küçük görme) …
Askerlerimizin bu faziletini münhasıran (sadece) salâbet-i diniyeye (dini kuvvete) isnad edenler (üstüne atanlar, yükleyenler, dayayanlar) var. Fakat sanem (put) ve salibi (haç) hiçbir zaman gözleri önünden ayırmayan Rus neferleri bizimkilerden daha az mutasallib (kuvvetli) değil iken niçin aynı meziyet-i fedakâraneye (fedakârca meziyetlere) malikiyetten çok uzaktırlar?...
Saniyen (ikinci olarak) itaatı, ooh, Türk askerinin o şayan-ı takdis (kutlamaya değer) itaatı… Rüzgâr nasıl bulutları beğendiği tarafa sevk ederse, bir valide elinden tuttuğu mini mini yavrusunu nasıl isteği yere götürebiliyorsa büyük ve küçük zabitlerin (subay ve astsubay) zir-i idaresinde (idaresi altında) kahraman bölükler, taburlar ve alaylar da öylece edna (küçük, bayağı) işaret üzerine uçuruma, yangına, yıldırıma, eleme ve ölüme saldırır.
Salisen (üçüncü olarak) şecaatı (yiğitliği)… Bir şecaat ki sa’b-et-tasvir (tasviri güç) ve sa’b-et-tasavvur (göz önüne getirmesi güç), tehlike ne kadar büyük olursa olsun Türk askerinin cesareti o nisbette büyümüştür. Bizim neferlerimizi esna-yi müsademede (çarpışma sırasında) görenler yekzeban olarak söz birliği ile) itiraf ediyorlar ki esatir-i garp ve şarkın (batı ve doğu mitolojisinin) Herküllerin, Akilyalarını (Aşillerini) Rüstemlerini ve tarihin kayserlerini (imparatorlarını) ve haydarlarını (cesur adamlarını) tahattur etmemek (hatırlamamak) mümkün olmazmış. Düşman ordusunun Türk neferi üzerinde gûya bir cazibesi hissolunur, barut kokusu ve top velvelesi onu çeker. En halim (yumuşak huylu) nefer saat-ı muharebede (savaş saatinde) bütün bir hiss-i tahrip (yıkıcılık duygusu) kesilir. Gûya ecdadından mevrus (miras kalmış, ana ya da babadan geçmiş) ve ruhunda müterakim (birikmiş) bir hazine-i şiddet vardır ki mukabele-i husemada (düşmanca mukabelede) tuğyan ediyor (taşıyor).
Biz hamaseti (yiğitliği) bütün bir orduda görmeğe alıştığımız için sanırız ki bir fazilet-i nadire (az bulunur erdemlik) değildir. Hâlbuki aldanıyoruz. Takdir-i umumiye (herkesin beğenmesi) mazhariyeti (erişmişliği) bilakis (aksine) nedretine (az bulunuşuna) delâlet, kılavuzluk eder.
İtikadımca (inanışıma göre) insan ne aslan gibi cesur-u bittab (yaradılışça cesur), ne tavşan gibi hâif-i bittab (yaradılışça korkak) dır. Korkuyu bir terbiye, cesareti yine bir terbiye doğurur. Neferlerimiz hemen kâmilen tarla ve toprak yavrusudur, bizim gibi dev ve peri masallarıyla büyümemişler, hayalleri bizimkiler gibi seri-ül-iştial (çabucak parlar) bir kav halinde değil… Eski Yunanlılar korkuyu harp mabudunun (tanrısının kızı addederlerdi. Bizim askerlerimizce harp bir vazifedir, işte o kadar! Onlar henüz mevcut olmayan elem ve ölüm vehmiyle (kuruntusuyla) titremezler. Pîş-i nazarlarındaki (gözleri önündeki) süngü cildlerine temas edinceye kadar onlarca parlak bir demir parçasından ibaret kalır. Hâlbuki bilfarz (tutalım ki) sekran-ül-hayal (hayal sarhoşu) bir Fransız neferi için boru sesi, bir silâh çatırdısı ve mevhum (sanal) faciaların mülhemidir (esinmişidir)! Onlar alelekser (çok kere yaralanmadan evca-ı mecruhiyeti (yaralanmanın ağrılarını) duyar ve vurulmadan ölürler.
Bir Türk neferi gibi ——sıfat caiz ise ——pürüzsüz cesura Türkiye haricinde bilmem pek tesadüf edilir mi? Bakınız, Avrupa’nın en benam (ünlü) şüc’anından (yiğitlerinden) Kayser-i Rum (Bizans İmparatoru) gök gürültüsünden, meşhur Türen örümcekten korkarmış! Mareşal dö Saks maiyetimdeki efradı (erleri) cesurane harbe sevk için dermiş ki:
—Muharebede ölmek nadir bir tesadüftür. Düşman bir nefer ağırlığınca kurşun sarfetmedikçe bir nefere kurşun isabet ettiremez.
Bizim askerlerimiz böyle teşciat-ı riyaziyeye (matematiksel bir ifade ile cesaret vermeye) hiçbir zaman ihtiyaç göstermedin. Bizimkilerin cesareti beliğ (güzel söylenmiş) bir kumandanın nutk-u âteşin-i (heyecanlandıran söylevi ile alevlenmiş muvakkat bir şerare (geçici bir kıvılcım) değildir. Kışın karlar arasında kurtlara, yazın ormanlarda ayılara tesadüf etmeğe alışmış bir adam mevsim-i harpde (savaş zamanında) düşmanla karşılaşmaktan ürker mi? O bilir ki kurtlar ve ayılarla dövüşmek insanlarla boğuşmaktan güçtür. Karşısındaki de kendisi gibi insan değil mi? Ondan niçin korksun?.. İşte hengâm-ı müsademede (çarpışma zamanında) Türk neferinin hulâsa-i muhakemesi (düşüncesinin özeti) budur.
Lord Vellington İngiliz askerlerinden bahsederken:
—Üniforma bir nevi maskedir; eğer ben bildiklerimi işaa edecek(yayacak) olsam ne kadar kahraman-ı cesaretin heykelleri yıkılırdı!
Demişti. Eğer bizim kahramanlarımıza heykel dikilmek lâzımgelse idi yıkacak birtek heykel bulamazdık. Bizim askerlerimizde cesaret çok kere kendilerinin bile varlığından haberdar olmadıkları bir tabiat-ı saniye (ikinci tabiat)hükmündedir. Ara sıra bir onbaşımızın, bir çavuşumuzun müstesna bir mevkide ibraz ettiği (gösterdiği) muhayyir-ül-ukul (akıllara hayret veren) bir eser-i dirayetten (yetenekten) bahsolunur: Hâdiseyi tahlil ediniz, ka’rında (dibinde) saik-i mahz (gerçek sebep) olarak hemen daima şecaatı (yiğitliği) bulursunuz.
Bundan başka bizim askerlerin şecaatında hususî bir güzellik vardır ki itikadımca (inanışıma göre) sükût mahviyetinden (alçak gönüllülüğünden) doğar. Bizde hiçbir nefer cesaretini haykırmaz ve hatta söylemez; bir menekşe nasıl neşr-i ederse (güzel koku yayarsa) bizim koca Ahmet Çavuş veya Ali Onbaşı da öylece mütevazı ve tabiî kahramanlık gösterir. Cesaret onun göğsünde dünyaya beraber gelmiş bir histir. Napolyon dermiş ki «Ellerim başıma bağlıdır!» Bizim askerlerinki kalplerine, kalplerindeki cesarete bağlıdır.
Hakayık-ı tarihiyedendir ki (tarihî gerçeklerdendir ki) Türk Askeri hiç bir zaman düşmanının istihfaf-ı muhikkine (haklı küçümsemesine) hedef olmadı. Rişar Kör dö Liyon (Arslan Yürekli Rişar) Selâhaddin-i Eyyubî’yi, General Düma, Emir Abdulkadir’i takdirden men-i nefs edemediği (kendini alamadığı) gibi, ezelî ve samimî hasmımız Ruslar da Türk ordusunun ezelî ve samimî hayranıdır. Galip veya mağlûp her ne vaziyette bulunursa bulunsun Türk neferi herkese telkin-i hürmet eder (saygı aşılar).
Bizim sevgili neferlerimizden birine baktığımız zaman titremek şanından olmayan bir dağ parçası, rasîn (sağlam) ve giran (ağır) bir çelik külçesi hatırıma gelir: Onları beşerî ve za’fiyetlerden o kadar uzak hissederim!
Cenap ŞEHABETTİN
[Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözlerinden]. 


Mavi ve Siyah

Özet:
Halit Ziya Uşaklıgil, “Mavi ve Siyah” adlı romanında romanın başkahramanı olan Ahmet Cemil’in mavi bir gecede kurduğu tatlı hayallerin siyah bir gecede hüsranla sona ermesini ele almıştır. Roman tekniği açısından çok güçlü bir eserdir. Başarılı çevre betimlemeleri ve psikolojik tahlilleri onu önemli bir roman yapmıştır. Eserde ağdalı bir dil kullanılmış, daha sonra yazar tarafından sadeleştirilmiştir.

Siyah bir geceydi... Öyle bir gece ki: Güya gökler bütün kandillerini söndürerek denizlere yokluğun sırlarını dökmek için hazırlanmıştı. Yalnız ilerde direklerle bacanın, gece serserileri şeklinde yürüyen gölgeler içinde kılavuzluk eden vapurun kırmızı feneri, bu karanlıklar arasında açılmış uzak, bir kırmızı göz gibi parlıyordu. Bu karanlıklar… Ahmet Cemil, işte şu saçlarının arasından üşüterek geçen rüzgârın, kanatlarını çarpa çarpa bu karanlıkların göklerden denizlere döktüğünü hissediyor, görüyor, onların düşünüşünün fısıltılarını işitiyordu. Güya siyah inciler yağmuru… Birden, bu siyah gecenin karşısında aklına bir başka gecenin hatırası geldi.

Ta hülyalarının başında ümitlerinin parladığı o zaman, Tepebaşı bahçesinden Haliç’e bakarak seyrettiği mavi geceleriyle elmas yağmurunu hatırladı. Gözünün önünde o mavi gece ile bu siyah gece karşılaştı: Mavi ve Siyah… Ah, mavi bir gece ile siyah bir gece arasında geçen on beş senelik boşa giden bir ömür. Bir elmas yağmuru altında inkişaf ederek şimdi kara inciler gibi dökülen emellerin örselenmiş çiçekleri…

İşte, işte görüyor, gözlerinin önünde bu siyahlıklar denize döküldükçe son nefesle boğulan bu karanlıklar, işte bunlar, o hülya günlerinin üzerine çekilen bir kefen değil mi?

O vakit denize baktı: Siyah bir deniz. Karanlığın içinde Ahmet Cemil vapurun kenarından esmer bir köpükle kaynaşarak kaçan o siyahlıkları görüyor; gözlerinin önünde korkunç, ürkek, vehimli siyahlığın yokluğundan başka bir şey bulmuyordu.

Dalgalar uzun, kalın bir siyah yılan gibi kıvrana kıvrana, yuvarlana yuvarlana açılıyor; belirsiz bir lisanla gözlerinin önünde karanlıkların sonsuzluğuna doğru serilerek onu çağırıyordu. Bu siyahlıkların kucağına atılmak, yarın doğacak güneşin alaycı ışıklarından kaçmak, ebediyen yuvarlanıp gitmek…

O zaman kendisini denizin o sonsuz uçurumlarına iniyor vehmetti (şüphe, kuruntu, yersiz korku). İniyor, karanlıkları tabaka tabaka yararak siyah dalgaları kütle sırtına alarak, yavaş yavaş iniyordu. Küçük bir hareket, nasipsiz geçen hayatıyla şu faydasız vücut arasında bu karanlıkları bir perde gibi bırakarak denizin sonu gelmez derinliklerine kadar inecekti. Birden silkindi. Ta yanı başından bir ses:

Cemil, niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun? diyordu.
O vakit titreyerek ayağa kalktı:  “Geliyordum, anne!”  dedi ve bu ümitsiz hayat, yavaş yavaş, bu siyah geceden, yokluğun cazip renginden ayrılarak annesini takip etti…
                                                                          HALİT ZİYA UŞAKLIGİL 
[Mavi ve Siyah’tan]

III. Yakarış

Özet:
Ecdadımız İslam bayrağını yıllarca başarılı bir şekilde taşımış, İslamiyet’in koruyuculuğunu üstlenmiştir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu Yakarış adlı eserinde Allah’tan Türk milletini korumasını ve yüceltmesini istemiştir.

Ulu Tanrı!

Gün batıyor; sevgili korkum gönlümde doğuyor. Kumral akşam bana sessizlikler içinde büyüklüğünü fısıldıyor… Bu ala karanlıklar arasında bir kulun, dilmaç (tercüman) kullanmadan, öz bilgisi ile sana diller dökmek istiyor… Ödünç giyim almadan kendi çaputlarıyla karşına çıkmak diliyor.

Onun yalvarışlarını dinlemez misin?
Kanadı incinmiş karnı acıkmış bir serçenin ötüşçüğünü anlarsın! Boynu bükük. Benzi uçuk bir çiçeğin istekçiğini duyarsın. Bugün bir Türk’ün, yıpranmamış sesini birinci olarak sana eriştirmek isteyen suçunu bağışlasan gerektir.

Ey, yüce göklere ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri köpüklü dalgalarla süsleyen Tanrı! Kullarına kendilerini tanımak, kendilerinde özünü tanıtmak üzere onlara beyin, gönül verdin. Onlardan yüz binlerce Türkler sevgili son Yalavacının (Peygamber) doğru izinde bu us (akıl), bu duygu kanatlarıyla yüksele yüksele uçmağına ermek istediler…

Yeryüzünün en büyük ulusu olan Türklerin yüreklerini donduran soğuk bozkırlarını, yurtlarını bırakarak sözlerini anlamak, senin öz birliğini tanımak, sana tapmak üzere yalınayak, baş açık yad illere düştüler… Sıcak çöllere üştüler… O genişliklerde yeldirenler (telaşla koşmak) tutsağın oldular. Yorgun organına sarıldılar. İlk çağda aya güne tapan bunlar, şimdi ayın, günün izini buldular. Kırlı oldular. Yalavacının söylediği yerliğine boyun eğdiler. Yaradanlarını bildiler. Doğru yola girdiler. İstediklerine erdiler. Ey bizi yoktan var eden Oğun (Allah), sonra seni ulatmak, birliğin sancağını yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna iletmek, gönlü gözü kör olanlara, seni tanımayanlara seni göstermek, seni tanıtmak üzere savaşmağa başladılar. Şimşeklerine baktılar. Kılıçlarını çektiler. Kanlarını uğrunda döktüler, başlarını koydular, koca denizleri geçtiler. Yüce dağları aştılar… Yeryüzündeki sayısız kullarından, çok, pek çok, onlar senin uğrunda çabaladılar. Sen de onlara öğdülen verdin, dirlikler bağışladın!...

Senin ve yalavacılarının adlarına ayırdığın ünlü yerleri bütün onlarının yurtlarının bucaklarında sakladın. O köyde yarattığın Türklerin sana düşkünlükle yükseldiler… Bu, yücelikten onları indirme, ey sevgili Tanrı! Onları indirme!... Ak bulutlardan, kara çamurlara düşürme! Düşürme kim onların yüceliklerinde senin korkun, senin sevgin vardır… Sen varsın!...

Bilmeden yaptıkları suçları varsa dünkü emeklerine bağışlamaz mısın? ... Bağrı karalarını bugünkü gözyaşlarıyla yıkamaz mısın? ... Yürekleri karardıysa, eşiğinde yerlere sürünen alınları aktır, yüreklerinin karaltısını aydınlatmak, düştükleri uçurumdan bileklerini tutmak, onları doğru yola getirmek sana güç değildir: ey ulular ulusu!... Güç değildir!

Şimdi, önünde çıplak gönlüğüyle kekeleyerek söylenen bu kulun bütün yurttaşlarıyla bir yadırgayıcı bakışının yoksuludur. Ey Büyük Tanrı! Sen yine onları unutma! Sen yine onları esirge!

Bak!... Sızan gözyaşları ne ağlıyor?!... Sızlayan yürekler ne inliyor?!...
                                                                              Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU
                                                                              [Çağlayanlar’dan].




* Râşe-i bâride: Soğuk titreyiş. Lerzeniş-i hirâs: korku ürpermesi. Sâat-ı semenfâm: Yasemin renkli saatler. Âhû-yi çehrende: sıçrayan âhû. Berf-i zerrin: altın renginde kar.
* * Gayş-âver: Uykusuzluk getiren. Ebet-zinde: ölümsüz.
* * * ­­­­1. «Mektub mu bıraktınız, defter mi unuttunuz, yeleğinizin cebinde nasılsa kalmış bir tramvay bileti, filan sokakta mukim bir ailenin mahalli ikameti, bir hiç derhal faraziyata geniş saha açar, birçok isimler bu sahaya celb olunur, siz de ortalarında -eğer intihar teşebbüsü kesbi tamamiyet etmişse hayalen olsun- etraftan gözlerinizde kusurunuzun affını dileyerek herkesi bihuzur etmek mes’uliyetinin altında mahcup ve perişan türlü esrar ve hafaya-yı âlemin önüne dökmeğe icbar edilirsiniz.»
2. “Bahçemin bazı parçalarında, ezcümle burada bu tahta havale civarında toprağımın bu illeti var. Mümkin vesaitle ona karşı uğraşmaktan hâli değilim, fazla olarak bir tecrübe yapıyorum. Size gönderdiğim bu otların arasında şu fidanlara dikkat ediyor musunuz? Bunlar fasıla-i mürekkebeden aster dedikleri, müsaade ederseniz müşahabet-i lafızdan ve mütabakat-ı manadan cesaret alarak stare diye tercüme edeceğim, çiçeklerdir. “ [İhtiyar Dost’tan]

ª              «Bu maraz arkadaşlarımın affedeceklerine, hatta benimle beraber itiraf edeceklerine kanaatle söyleyeceğim ziynet ve süs iptilâsıydı. Bu iptilâ nazımda olsun, nesirde olsun, yazıları fazla yüklü (sonraları bulunmuş bir tâbiri kabul edersek) «ağdalı» bir hale getiriyordu. Öyle ki, o tarihten uzaklaştıkça, hele bugün, ben bunları tekrar okurken sinirlenmekten geri durmuyorum.”
“Edebiyat-ı Cedide Batıya dönerken, Doğunun bu illetinden kendini kurtarmaya çalışmalıydı. Bilâkis, kendisine miras olan marazı, yenilik iddiasının ince ve yarı şeffaf boyası altında sakladı ve daha fenası, besleyerek büyüttü. Buna, biraz da, Batı’nın o zamana ait geçici bir sanat cilvesinden örnek alarak cesaret buldu. Böylelikle birinden diğerine geçerek hemen bütün Edebiyat-ı Cedide şairleri ve nâsirleri, yazılarına yığın yığın istiareler, mecazlar, teşbihler, kelime ve fikir oyunları koydular ve sanki hayal ve söz marifetleri için, bir hüner sahnesi immişçesine sanatta hakiki bir yenilik cereyanının aksine geriye dönük bir yol tutmuş oldular.»                [Kırk Yıl, 1936]
“Kitabın sadeleştirilmiş olmasına fazla genişlikte bir mana vermemelidir: Yeni nesil için pek tanınmamış olan kelimeler, terkipler Türkçeye çevrilmiş, fakat üslûba, ibarelerin teşkilâtına hiç dokunulmamıştır.
Îmla hakkında fikirlerimin ne olduğuna kitap okunurken vukuf hâsıl olacaktır. Bugün Türkçenin imlâsı büyük bir karışıklık göstermektedir. Kullanılan imlâ Türkçenin bünyesine, esas ka’idesine uygun olmadığındandır ki ne bir sarf (dilbilgisi), ne bir lügat kitabı yapılmıştır. Mekteb çocuklarının elinde bir sarf, bir lügat olmadıkça tahsil çağından çıkacak olanlar kendi dillerini bilmeden hayata atılacaklar demektir. Her şeyden evvel imlâyı lisanın esas yapısına uyacak surette tesbit etmek ve gençlere bir sarf, bir lügat verebilmek lâzımdır.
Bu kanaati şu birkaç sözle icmal etmek istedim.” [Aşk-ı Memnû’un Basındaki «Birkaç Söz» ün Tamamı – 1939]

Yrd.Doç.Dr.Mehrali Calp

0 Comments:

Yorum Gönder

Deneme