Milli Edebiyat

İtiraf edelim ki uzun müddet hepimiz bu meseleyi yanlış, karışık, hatta ters anladık: Bazıları bunu, “kavimlerin eski seciyelerini gösteren bir edebiyat” tarzında tevil ederek destan ve koşma tarzına döndüler. Bazıları “mahalli renkleri aksettiren bir edebiyat” sanarak “gül, bülbül, piyâle, ney, mey” mefhumlarından tekrar ilham almak istediler. Millî  edebiyatın gazelden ve koşmadan ibaret olduğuna bir türlü inanamayanlar da, büsbütün makûs bir düşünceyle hareket ederek, “yeryüzünde bir medenîyet varken, bugünkü medenî milletlerin edebiyatları arasında Çin’dekini hatırlatan yeni bir sed çekilmeyeceğini” iddia ettiler... Gazetelerde, mecmualarda, mahfillerde bu muhtelif fikirleri temsil edenler arasında uzun, hareketli münakaşalar, bağrışmalar oldu; her taraf birbirine cahillik, inatçılık isnad ederek hakkını meydana çıkarmak istedi.

... Millî edebiyat münakaşalarının başladığı zamanlardan beri seneler geçti. Fakat hâlâ bu meselenin halli mümkün olamadı. Yukarıda hülâsa ettiğimiz dağınık fikirlerin hâlâ ayrı  ayrı mümessilleri var ki, kanaatları ilmî ve mantıkî mütalâalardan değil, ferdî hislerden aldıkları için onu münakaşa sahasına koymaya bile tahammül edemiyorlar.

... “Millî edebiyat” meselesinin bizdeki şekline geçmeden evvel, umumiyetle “edebiyat”ın ne demek olduğunu biraz anlamamız icap eder. Edebiyat, din, lisan, ahlak gibi, en ibtidaî cemiyetlerden bugünkü en yüksek milletlere kadar bütün insan cemaatlerinde mevcut içtimaî bir mahsuldür. Mesela Avusturya’nın yahud Afrika’nın vahşi kabileleri nasıl kendi zevklerini aksettiren bir edebiyata malikseler, Almanlar, Rus’lar, Norveçli’ler de kendi edebî vicdanlarının ma’kesi olan edebiyata maliktirler. Bu umumi ve basit hareket noktasını göz önünde kaybetmeyerek düşünecek olursak anlarız ki, her edebiyat, kendisini vücuda getiren milletin ifadesi olmak itibariyle “millî”dir. İbsen’in tiyatroları şekil cihetiyle Fransız, Alman temaşa muharrirlerine ne kadar benzerse benzesin, zevk ve ruh itibariyle onlardan derhal ayrılırlar....

Burada birdenbire ufak bir itiraz hatıra gelebilir: Mademki yer yüzünde ne kadar medenî yeni edebiyat varsa hep millîdir, o halde “millî edebiyat” tabiri bir haşivden ibaret kalmıyor mu? Sonra bizim son romancılarımız ve şairlerimiz eserleri şekilce Avrupa edebiyatının en son mahsullerinden hemen hemen farksız olduğu halde niçin onları Norveç temaşası gibi millî addetmiyoruz?

... Aleyhinde ne gibi mütalaalar yürütülürse yürütülsün, sanat eserlerinde “şekil” ile “esas”ın birbirinden ayrıldığı muhakkaktır. Aynı medenîyet dairesinde yaşayan ve aynı içtimaî bünyeye malik olan milletlerin edebiyatlarında “şekil” yani “teknik” ciheti hemen hemen değişmez; İngiliz edebiyatında da, Alman edebiyatında da, Rus edebiyatında da, roman, hikâye, mudhike gibi şekiller vardır ki, bunların inşa tarzı, Avrupa medenîyetine mensup bütün asrî milletlerde aynı usullere tâbidir. Halbuki eserin ruhu, yani esası, şekillerin vahdetine rağmen, o kadar şahsî yani o kadar millîdir ki başka milletlerin edebî mahsullerinden derhal ayrılır; ve edebiyattan anlayan bir adam, onun hangi millete ait olduğunu tayinde hiç güçlük çekmez. İşte bizim son nesil edebiyatının, Avrupa şekillerini tamamen almağa çalıştığı halde bir türlü millî bir mahiyet alamaması, Fransız edebiyatının soluk bir gölgesi olmasından, yani, hususî bir ruhu ve bariz bir şahsiyeti bulunmamasından ileri gelir; eğer bizim son romancılarımız, son şairlerimiz garp tekniğini alırlarken Fransız maneviyatını da beraber getirmemiş olsalar da, bugünkü Türk romanı, yalnız isimleri Türk ismine tebdil edilmiş acemi bir Fransız romanı şekline girmezdi. “Millet” medlûlü bizde henüz pek yeni anlaşıldığı için şimdiye kadar “millî edebiyat” ihtiyacı ve bunun ne demek olduğu, zarurî olarak, anlaşılamadı. “Millet” nasıl yeni bir telâkki ise, “millî edebiyat” da aynı suretle bizim için yeni bir telâkkidir; ve “millet” nasıl asrî bir cemiyet demekse, “millî edebiyat” yani millî şahsiyeti en yüksek derecede gösteren “ibdâ-ı edebiyat” demektir.
... Halbuki bizim edebiyatımız bugüne kadar sırf taklidi ve iptidai bir mahiyette bulunduğu gibi, lisan ve vezin kabilinden harici unsurları itibariyle de, asrî bir edebiyattan ziyade bir kurûn-i Vustâ edebiyatına, bir ümmet edebiyatına benzer.

Tüm bu izahattan sonra “millî edebiyat”ın ne demek olduğu ve bizde bunun nasıl ve ne suretle teşekkül edebileceğini kolaylıkla anlaşılabilir. Bir defa “millet” yani bugünkü manasıyla “asrî bir cemiyet” mevcut olmayınca, “millî edebiyat” vücuda gelemez. Asrî bir cemiyetin vücuda gelmesi için ise, dinî, hukukî, ahlakî, iktisadî, bediî müesseseleri bütün hususiyetleriyle meydana çıkarılarak sair muasır milletlerde olduğu gibi tanzim ve ıslah edilmelidir. Bu müesseseler birbirine çok kuvvetli bir surette merbut oldukları cihetle, onlardan birisi üzerinde yapılacak bir inkılâp ya diğerleri üzerinde de tesirini hissettirir, yahut umumiyetle hepsi üzerinde tesirsiz kalır. Hele lisan ile edebiyat, hukuk ile din gibi bir takım büyük müesseseler vardır ki, birbirlerine, bazı vakit âdeta ayrılamayacak derecede merbutturlar.
Bugün içtimai hayatın her sahasında büyük ve tabiatiyle sarsıntılı inkılâplar geçiriyoruz: dinde, hukukta, ahlak ve âdâtta, iktisadiyatta eski cansız müesseselerin yavaş yavaş yıkıldığını, devlet teşkilatında bizi bir Kurun-i Vusta saltanatına benzeten muzır ananelerin devrildiğini, gitgide asrî bir millete benzemekte olduğumuzu görüyoruz. Ne kadar büyük sarsıntılara mal olursa olsun, bu içtimai inkılâplar yeni ve millî hayatın müjdecileri sayılabilir. Artık bu umumi cereyan ile hem-âhenk olarak lisanda ve edebiyatta da kati adımlarla yürümek, edebiyatımızın bir Kurun-i Vusta edebiyatına benzeten muzır ve cansız ananelere hücum ederek onları devirmek icap ediyor. Bediiyat ve tarihin elimize verdiği kuvvetli silahlara istinat ederek yürümek istersek iptida lisanı sadeleştirmek, ecnebî lisanlardan aldığımız kaideleri atmak, Türk zevkine uymayan eski aruz vezninden kurtulmak lazım geldiğini ilk hamlede anlarız. Bunlar yapılmadan, edebiyatımızın asrî yani medenî bir şekli alabilmesi asla kabil olamaz.

Millî edebiyat, koşma ve destan tarzının, gazel veya şarkı vadisinin yeniden canlandırılması, eski basit şekillere yahut iptidai duygulara yeniden rücu edilmesi demek değildir. Biz millî edebiyatı mazide değil; ancak istikbalde aramak lazım geldiğine kaniiz... Türk milleti nasıl Avrupa beyn-el-mileliyeti içinde diğer muasır milletlerden hemen hemen farksız, fakat hususî harsına ve şahsiyetine malik bir surette yaşamağa namzet ise, Türk edebiyatı da diğer milletlerin edebiyatı gibi, şeklen onlardan farksız, fakat ruh itibariyle kendi şahsiyetini en yüksek derecede gösterir bir mahiyet almağa mecburdur. Bizim vazifemiz, bu tabii istikbali şimdiden görmek ve onu imkân mertebesinde kolaylaştırmaktan ibarettir.

                                                                       Fuat Köprülü
                                                         (Bugünkü Edebiyat, 1924)        

0 Comments:

Yorum Gönder

Deneme