Dilin Kazanılması ile İlgili Kuramlar


Psikologlar dilin kazanılması ile ilgili değişik kuramlar tasarlamışlardır. Bu bölümde üç ayrı yaklaşım üzerinde durulmuştur. Bunlar davranışçı, sosyal öğrenmeci ve psiko-linguistik kuramlardır.
a. Davranışçı kuram
Bu görüşe göre çocuğun dil öğrenmesinin temelinde pekiştirme, genelleme ve sönme gibi edimsel öğrenmenin temel ilkeleri yatar.
Davranışçı kurama göre, dil edinimi, belirli davranışların pekiştirilmesi sonucu gerçekleşmektedir. Bu görüşe göre, bebekler sesleri tekrar ederken gündelik dildeki kelimelere benzer sesler çıkardıklarında çevresi tarafından pekiştirilirler.
Çevresi tarafından pekiştirilen bebek, daha sık ses çıkarmaya başlar ve dilini geliştirir. Örneğin, bir yaşındaki bebek babasını gördüğünde, “baa” sesini çıkarır. Babası sevinerek gülümser ve “Aaa, çok güzel, baba dedi.” der. Bunun üzerine bebek tekrarlar. Babası  “Aferin, canım.” der.
Bir başka örnek:
“Çocuk rastgele ‘ann’, ‘nne’, ‘anne’ gibi değişik sesler çıkarır ve kendisini besleyen, kucağına alan, bütün rahatlıkların kaynağı olan kişinin bu anda kendisine gülümsemesi, kendisini kucaklamasıyla karşı karşıya gelir. Böylece çocuğun çıkardığı bir ses, belirli bir kişi ile koşullanma (klasik koşullanma) durumuna girer. Nitekim çocuğun, sobaya dokunması, elinin yanması, annesinin hızla çocuğun elini çekerken ‘sıcak’ demesi ve bu yolla annesi ile bağlantı içine girmesiyle ‘sıcak’ kelimesini öğrenmesinde de aynı durum söz konusudur.” (Cüceloğlu, 1996, s.211)
Bu örnekte görüldüğü gibi çocuk, dil edinimi yolunda -belki de-ilk adımı atmış;  baba çocuk etkileşimi yoluyla bir kelimeyi öğrenmiştir.

“Lewis’e göre, dil gelişiminde dört temel öğe vardır:
1. Bebeğin ses çıkarması:(eme, pa… pa, ma…  gibi…)
2. Bebeğin insan sesine karşı tepkide bulunması:(konuşmaları izlemesi,  gülümsemesi, yüzünü ekşitmesi gibi…
3. Annenin, çocuğun sesine yönelmesi, annenin ekmek, baba, mama demesi.
4. Annenin, çocuğun çıkardığı sese karşı dilsel tepkide bulunması.” (Yılmaz, 1974, s.24 içinde; Lewis, 1970, s.37)
Dilsel tepkiden maksat çocuğun çıkardığı tam boğumlanmamış seslerine geri bildirimde bulunması demektir. Yani “eme, pa… pa, ma…”  seslerini çıkaran çocuğa annenin “ekmek, baba, mama” tepkilerinde bulunmasıdır. Annenin yaptığı bu geri bildirimi çocuğun tekrarlayıp tekrarlamaması önemli değildir. Annenin ve babanın çocuğun sesine yönelmesi önemlidir. Çocuğun sinir sistemi ve konuşma organlarıyla ilgili kasları henüz yeteri kadar olgunlaşmaması buna sebep olur. Ancak çocuk,  çevresinde konuşulmakta olan sesleri, kelime ve cümleleri belleğine yerleştirir ve zamanla bir dil haritası oluşturur.
Bunlardan herhangi birisinin ihmal edilmesi, çocuğun dil gelişmesini geciktirmekte, engellemektedir.
Anne, çocuğuna karşı sahip olduğu reel (gerçek) dil yapısı ile dilsel tepkide bulunur. Böylece anne, bebeğin çıkardığı kendi sesine benzeyen sesleri pekiştirir. Bu suretle çocuk, ana dilindeki temel sesler ile morfolojik özellikleri öğrenir.
Skinner ve Rachlin dil ile çocuğun diğer davranışları arasında öğrenme yönünden hiçbir fark görmezler. Onlara göre, çocuk diğer davranışlarını nasıl öğreniyorsa dili de aynı yolla öğrenir. Tek fark, çocuğun çevresini el ve kollarıyla değil, sözle etkilemesidir. Örneğin, bir yerdeki nesneyi almak isteyen, ancak ona ulaşamayan çocuk, önce nesneye ulaşmak için başarısız birtakım hamleler yapar. Sonuç alamayınca değişik sesler çıkarmayı dener ve sonunda tesadüfen “ver” sözüne benzer bir ses çıkarır. Bu durumu gözlemleyenler, çocuğun uzandığı nesneyi alıp ona verirler. Böylece, çocuk söz aracılığıyla çevresini etkilediğini anlar ve ulaşamadığı bir nesneyi almak istediğinde aynı “ver” sözüne yakın bir ses çıkarır. Çocuk zamanla her isteği ile ilgili davranış geliştirir ve bu davranışı ile ilgili yeni bir kelime öğrenir. (Ayrıca bakınız: Edimsel koşullanma, Cüceloğlu, 1996, s.140–156)
b. Sosyal öğrenme kuramı
İnsan sosyal bir varlıktır. Sosyal bir varlık olan insan yavrusu birçok yeni bilgi, beceri, alışkanlık ve tutumları çevresindeki insanları gözleyerek ve taklit ederek öğrenir. Çocuk, iyi bir taklitçidir; çevreden çeşitli dilsel uyarılar alır ve bunlara uygun tepkiler gösterir. Bunun sonucunda, aldığı pekiştirmeler, düzeltmeler ve dönütler yoluyla çocuk, ana dilini öğrenir. Gözleyerek öğrenme, çocukların çevresindeki yetişkinlerin hareketlerine ve etrafında olup bitenlere bakarak yeni şeyler öğrenmesidir. Bu bakımdan ana-baba ve öğretmenler çocuklarla olan ilişkilerinde her zaman duyarlı ve uyanık olmalıdır.
Dilin kazanılmasında, çocuğun yakın çevresindekilerin olumlu davranışlarının önemli bir rolü vardır. Öğretmen, öğrencilerinde hangi davranışları görmek istiyorsa onları sergiler ve öğrencilerine iyi bir model olmaya çalışır. Böyle bir tutumla onların yeni öğrenmeleri için pekiştiriciler vermiş olur.
“Bu kurama göre dil, ana-babanın model olması, çocuğun taklit etmesi, ana-babanın pekiştirmesi ve düzeltici geribildirim vermesi suretiyle kazanılmaktadır. Örneğin:
Anne: Haydi, annene ekmek ver biraz.
Çocuk: Eme…
Anne: Ekmek, kızım!...
Çocuk: Ekmek, anne…
Anne: Aferin, benim kızıma; annesine ekmek verdi.
Sosyal öğrenmeciler sosyal etkileşimde gözleme dayalı öğrenmenin önemli olduğunu belirtirler.” (Selçuk, 2000, s.104–105)
Bu görüşe göre, insan beyni doğuşta boş bir alan (tabula rasa) durumundadır. Çocuk, dış dünyadan aldığı uyarımlar sonucu, ilk başta boş bir alan olan zihni zamanla biçimlendirir.
Sosyal öğrenme kuramına göre çocuğun dili ayrı ayrı dilsel ögelerden oluşmaktadır. Anlamayı henüz edinemedikleri başlangıç evresinde yüzeysel yansılama söz konusudur. Sonradan dil kullanımı biçimden çok, iletişim üzerinde yoğunlaşır. Çocuklar sözün doğruluğu üzerinde dururlar. Çocukların yaptıkları taklitlerde anlama isteği saklıdır. Anne ve babanın, yakınlarının, bakıcıların söylediklerinde yapısal açıdan, kolaydan zora doğru bir sıralama yoksa da anlamlama açısından bir düzenleme bulunmaktadır.
Bu kurama göre, dil ediniminde çocuğun ana, baba, öğretmen ve yakın çevresiyle etkileşimi büyük bir öneme sahiptir. Çocuklarda sağlıklı bir dil gelişimi sağlamak için özellikle öğretmenler ve ana babalar, çocukların ilgi, merak ve soruşturmaları karşısında duyarlı olmak durumundadır.
Aşağıdaki “Bitkiler de Canlıdır” başlıklı parçada rol alan annenin tutumu bu bakımdan olumlu bir örnek teşkil eder.

 

Bitkiler de Canlıdır

                Semra henüz okula gitmiyordu. Gelecek yıl o da okula başlayacaktı. Annesi, işini bitirince kızının bulunduğu odaya geldi. Yerine oturmasıyla kalkması bir oldu.
                —Eyvah! Zavallılar, neredeyse öleceklermiş, nasıl da unuttum.
                Masadaki sürahiyi alıp pencere önündeki çiçeklere su dökmeye başladı. Semra annesinin, bu telaşlı durumunu merak etti:
                —Anneciğim, ölecek olanlar kimler?
                —Çiçekler yavrum. Kaç gündür su vermeyi unuttum da.
                —Ama anneciğim, canlılar ölür. Çiçeklerin canı yok ki…
                —Yanılıyorsun yavrum. Çiçeklerin de canı var. Kırlardaki ağaçların da… Onlar da beslenir, büyür sonra da ölür…
                —Anne, çiçeklerin ölmesi nasıl olur?
                —Sararıp solar, sonra da kuruyup ölürler.
                —Peki, onlar yiyeceklerini nereden, nasıl alırlar.
                —Topraktan yavrum. Kırlarda ve bayırlardaki tüm bitkiler besinlerini topraktan kökleriyle alır.
                —Anneciğim, çiçekleri neden hep pencere önüne koyuyorsun?
                —Tüm canlıların besine olduğu kadar, hava ve güneşe de ihtiyaçları vardır. İyi havalarda balkona çıkarıyor, kötü havalarda pencere önüne koyuyorum.
                Konuşmalar sürerken bir ara Semra çiçeklere baktı.
                —Anneciğim, şunlara bak! Çiçeğin yaprakları biraz önce nasıldı, şimdi nasıl canlanmış…(bibliyografik bilgi verelim)
            c. Psiko-linguistik kuram
Psiko-linguistik kuram, tüm insanların genetik olarak dil öğrenmeye programlanmış bir şekilde dünyaya geldiğini ileri sürer. Noam Chomsky, bu kuramın en önemli temsilcisidir.
Davranışçı ve sosyal öğrenme kuramlar, dilin kazanılmasını genel olarak açıklamakla beraber bu konuda yeterli değildir. Çünkü sadece pekiştirme ve taklit kavramlarıyla dilin nasıl kazanıldığını açıklamak mümkün olmamaktadır.
Farklı kültürlerde yetişen çocukların benzer sesler çıkarması, aynı evde büyüyen çocukların farklı zamanlarda konuşmaya başlaması, hiç işitemeyen çocukların özel eğitim almak suretiyle konuşmayı öğrenebilmesi gibi durumlar, dil gelişiminin daha başka açıklamaları gerektirdiğini göstermektedir.


“Psiko-linguistik kuramlar, dilin kazanılmasına, davranışçı ve sosyal öğrenme kuramlarının açıklayamadığı daha farklı boyutlar getirmektedir. Örneğin aşağıdaki gibi bir diyalog davranışçı ve sosyal öğrenme yaklaşımlarıyla tam olarak açıklanamaz.
Öğretmen: Ali, baban ne iş yapıyor?
Öğrenci: Sanayide çalışıyor.
Öğretmen: Demek sanayide çalışıyor. Peki, nelerle uğraşıyor?
Öğrenci: Arabaları tamir ediyor
Öğretmen: Evet, baban tamirci ve insanların bozulan arabalarını tamir ediyor. Güzel bir iş. Başka, babasının ne iş yaptığını bize söyleyecek olan var mı?
Dilbilimci Chomsky’nin etkisi altındaki psikologlar dil öğrenme ile ilgili psiko-linguistik kuramı geliştirmişlerdir. Bu kuram, insanların doğuştan dil öğrenme yeteneğiyle doğduğunu ve insan dilinin konuşma için doğumdan önce programlandığını, kabul eder. Hangi çevrede hangi koşullar altında olursa olsun; çevresinde konuşan olduğu sürece, insan yavrusu konuşmayı öğrenir, görüşündedir.
“Psiko-linguistik kuram çocuğun biyolojik yapısına birinci derecede önem verir ve insanoğlunun “biyolojik dil programı” ile doğduğunu kabul eder. Çevre koşulları çocuğun hangi dili, hangi sözcükleri kullanacağını belirler, ancak dilin öğrenme sürecini bu koşullarla açıklama imkânı yoktur.” (Cüceloğlu, 1996, s.212)
Bu kurama göre, davranışçı ve sosyal öğrenmeci yaklaşımlarda önemli olan çevre, çocuğun dili öğrenip öğrenemeyeceğini değil, hangi dili öğreneceğini belirler. Çünkü çocuklar yaratılıştan dil öğrenme donanımıyla dünyaya gelmektedir. Normal olarak gelişen her çocuk, dili öğrenir. Her birey doğuştan bir dil kazanma mekanizmasına[2] sahiptir. Bu mekanizma, beyindeki fiziksel bir yapı olmayıp dil öğrenmede gerekli olan nörolojik bir eğilimdir.
Çocuk dil öğrenirken sadece bir dizi kelimeyi değil, bu kelimeleri dizi hâline getirmesine imkân veren gramer kurallarını da öğrenir. İlk başlarda bu kurallar, her biri denenip doğruluğu ya da yanlışlığı belirlenecek birer hipotezdir. Çocuk konuşurken deneme yanılma yoluyla bu kuralları uygular; hipotezleri zamanla gramer kuralları hâline dönüştürür. Örneğin, bir soru sorma; öyküleme, teşekkür etme, kabul etme/reddetme sırasında öznenin ve fiilin yerinin neresi olması gerektiğini çözümler, genelleme yapar v e duruma uygun dil yapısını üretir.
Tüm çocuklar, olgunlaşma ve gelişmeye bağlı belirli aşamalardan geçerek konuşmayı öğrenirler. Dil kazanma mekanizması, çocuğun çevresinde konuşulan dili içselleştirmesini, kurallarını anlamasını ve daha sonra gramer kurallarına uygun olarak konuşmasını sağlar.
Psiko-linguistik kurama göre, kurallar, çocuğun dil kazanımındaki yaratıcılığının temelinde yatar. Oysa koşullanma kuramları, “Çocuk gramer kurallarını nasıl öğrenir?” sorusuna henüz cevap verebilmiş değildir.
Davranışçı psikologlar insan dilini diğer davranışlar gibi koşullanma ilkeleri içinde açıklamaya çabalarken, dil bilimi içinde yeni gelişmeler olmakta ve Chomsky dönüştürümlü gramer kuramını ortaya atmaktaydı. Chomsky, Skinner’in dil öğrenimi ile ilgili açıklamasını eleştirmiş ve Skinner’in edimsel koşullanma kuramının ötesinde, öğrenmeye, koşullanma modeli açısından bakan bütün yaklaşımların dili açıklamada yetersiz olduğunu ileri sürmüştür.
Chomsky, koşullama modellerine itirazlarını şu noktalarda toplamıştır:
  • Koşullanma modelleri, açıklamalarında basit kas veya salgı davranışlarını temel alırlar. Dil davranışı karmaşık bir olaydır ve basit davranışlar üzerine kurulmuş bir modelle açıklanamaz.
  • Dil “yaratıcı” bir davranıştır. Çocuk daha önce hiç duymadığı cümleleri söyleyebilir ve yeni cümleleri ilk duyuşunda anlar. Koşullama modeli dil öğrenmenin temelinde bulunsaydı, “dil yaratıcılığı”nın pekiştirme kavramıyla açıklanabilmesi gerekirdi. Çocuğun daha önce hiç söylemediği bir cümle pekiştirilebilir mi? Çocuğun hiç söylemediği ve duymadığı bir cümle pekiştirilemeyeceğine göre, dilde yaratıcılık, pekiştirme kavramıyla açıklanamaz.
  • Dil öğrenmenin temelinde koşullanma bulunuyorsa, dünyanın değişik toplumlarında, değişik sosyal çevrelerde yetişen ve farklı dilleri konuşan çocukların birbirinden farklı dil öğrenim şemaları göstermeleri gerekir. Çevre ile ilgili durumlar dil öğrenmenin hızını ve aşamalarını büyük ölçüde etkilemez. Yani dünyanın neresinde olursa olsun, hemen her çocuk kendini ifade etmek için “cıvıldama, tek kelime ve tümcel söz, iki kelimelik cümleler, telegrafik söz, uzun cümleler” gibi aşamalardan geçer. Öte yandan her insanda mevcut olan dil edinim mekanizması, çocukların, hangi sosyal çevrede ve ne tür etkiler altında bulunursa bulunsun,  dil edinmelerini mümkün kılar.
Lenneberg değişik şartlar altında yetişen çocukların dillerini aynı öğrenme yapısı içinde geliştirdiklerini gözlemiştir. Her çocuk bulunduğu ortamın kültür özelliğine göre dilini kullanır. Dilin kullanımıyla ilgili bazı değer ve davranışlar geliştirir. 
Chomsky’e göre, dilin derin ve yüzeysel olmak üzere iki yapısı vardır. Derin yapı, yazılı ve sözlü biçimdeki bir cümlenin (soyut) anlamıyla ilgilidir ve yazan konuşanın iletmek istediği anlamı (mesajı,  niyeti) kapsar. Yüzeysel yapı  ise, cümlenin gramatik özellikleriyle ilgili olup telâffuz edilen sözcükleri içerir. Çocuklar dil öğrenirken önce soyut olarak seslerin anlamlarını kavrarlar, daha sonra onları yüzeysel yapılar hâline dönüştürürler yani konuşurlar.

Yazan: Yrd.Doç.Dr. Mehrali Calp
**Her hakkı mahfuzdur. Kopya edilemez. All rights reserved. It can not be copied**

1 yorum:

  1. Çok teşekkürler... Oldukça faydalı bir makale...

    YanıtlaSil

Deneme